Abdurrahman Akın

Meşrutiyet’ten evvel derin bir uykuya dalmış olan Türkler On Temmuzda şedid bir sarsıntı ile uyanınca şaşakaldılar. Bu pek tabii idi. Saatlerce uyuyan bir adam daha uykusuna konmadan uyandırılsa ne yapar? Kendini toplayamaz. Sebepsiz bir korku ile ürker. Gözlerini oğuşturmak ve davranmak ister.  On Temmuzdan sonra geçen bir ay muvazenesiz bir sarhoşluktan başka bir şey değildir. Her sokak başında bir nutuk irad olunuyor, herkes “uhuvvet, müsavat” şiarlarına sahih nazariyle bakarak söylediğinin manasını pek bilmeden hatipleri bütün kuvvetleriyle alkışlıyordu. Mazi, tarih, örf, muhit, din, adet, ana’ne, temayül vesaire tamamen ihmal olunuyor, hatta en âlimler bile bu içtimai esasları hatırlamıyordu… 

İstibdat zamanında Avrupa’da çalışan Genç Türkler muvaffakıyet kazanmak için milliyetperverliklerini saklıyorlar, Avrupa’nın ve Türk düşmanlarının pek hoşuna giden “Tanzimat” mevhumesine sarılıyorlardı. Yapılmak istenile inkılabı sözde yalnız Türkler yapmıyorlardı; bütün Osmanlılar… yani Rum, Sırb, Ulah, Yahudi, Arnavut, Ermeni ve diğer Osmanlılar…  

On Temmuzun adı “Osmanlı İnkılâbı” idi.  Arnavutlar bu hareketten kendilerine yine milli bir şeref çıkardılar.  

Meclis-i Mebusan açılınca milletin gönderdiği adamlar göründü. Bu bir papatya tufanı idi. Sarık, sarık…Fakat bu sarıkların sahipleri değişmişlerdi. Onlarda “müsavat ve uhuvvet” şiarını sahih zannediyorlar ve asla taassuplarını belli etmiyorlardı. “Tanzimat” mevhumesi (gerçek olmayıp vehim ve hayal edilen şey)bütün gözleri kör, bütün kulakları sağır etmiş, vicdanları uyutmuştu.  

“Türk, Türkler, Türklük, Türkiye” kelimeleri ağza alınmıyor, hatta en muktedir muharrirler “Memalik-i Osmanî” ye Avrupalıların “Türkiye” dediğine kızıyor ve Türkiye’de hiç Türk olmadığını iddia ediyorlardı.  Uzun bir “Tanzimat” sekriyle (manevi sarhoşluk) uyumuş, gayr-i milli ve renksiz bir maarifle yetiştirilmiş halk ikiye ayrıldı; Muvafık, muhalif… Hiçbir emel, hiçbir mefkûre yoktu. Taarruzi veya tedafüi hiçbir emelle, hiçbir fikirle birbirine bağlı olmayan Türkler ferdi arzularla harekete başladılar. Meşrutiyet namı altında feci dramlar oynanıyordu. Hâlbuki Rumların, Bulgarların, Sırpların, Ermenilerin, Arnavutların milli mefkûreleri, milli edebiyatları, milli lisanları, milli gayeleri, milli teşkilatları vardı. Ve bu milletler gayet kurnazdılar.  

“Biz samimi Osmanlıyız…” diye Türkleri kandırıyorlar, Türklere lisanlarını, edebiyatlarını, hatta fenni kitaplarını bozduruyorlar, hatta coğrafya ve tarih kitaplarından “Türk ve Türkiye” kelimelerini sildiriyorlardı. Türkler kendi milliyetlerini inkâr ederek Osmanlılık mevhumesine düştükçe bilakis bu Hıristiyan unsurlar Patrikhanelerinin etrafında emsali görülmemiş bir salâbet ve hamiyetle toplanıyorlar ve milli vahdetlerini daha bariz bir şiddetle veriyorlardı. 

 Genç Türkler Hıristiyan unsurların bu ikiyüzlülüğünü sezmekte gecikmediler. Fakat seslerini çıkaramıyorlardı. Boşo ve Kozmopolidi gibi zeki, kurnaz, yılmaz Yunan komitecileri Mebusan kürsüsünde fesat koparıyorlar, zavallı Türkler de –onların mefkûrelerinden, gayelerinden gafil- bu din ve bu kan düşmanlarını alkışlıyorlar, alkışlıyorlardı. Halkın, avamın gafleti münevver kısmında da görünüyordu. Vakıaların lisanı ne kadar beliğdir! Balkan felaketlerinin nasıl üzerimize yıkıldığını, nasıl perişan olduğumuzu bir dakika düşünürsek hapsini anlarız. Genç Türkleri düşürmek için vasi bir faaliyetle kuduran Boşo ve Kozmopolidi Efendileri gayesiz, emelsiz, taassupsuz, mefkûresiz Türkler gayet büyük vatanperverler gibi alkışlarlarken onlar hempalarıyla (arkadaş) beraber “Mukaddes Balkan İttifakı”nı, bu son asır “Salibiyun” ittihadını teşkil ediyorlardı. Bizi Rumeli’de gafil avlayan bu uğursuz ittifakın temellerinin Türkiye’de kurulduğunu felaketten sonra anladık. Evet bütün halk –yalnız hainler ve budalalar müstesna- beş senedir nasıl gaflet sahasında çırpındığını anladı. İhmal olunan milliyet, ihmal olunan din esaslarına doğru bir temayül baş gösterdi. Genç Türkler, mektepliler, şairler milliyetlerinden, Türklüklerinden, mazinin şanlarından, asaletlerinden bahse başladılar. Hatta İzmir’de sırf milli Türk mektepleri tesis olundu. “Yeni Lisan” ceryanı kendi kendine ilerledi. Müesseselerin, cemiyetlerin, isimleri ve maksatları Türkleşti. Felah güneşi görünüyordu. Napolyon’un darbesinden sonra Almanlar neye sarılmışlardı? Felaketlerinden sonra Avrupa milletleri, sonra Yunanlılar, Bulgarlar, Sırplar, Romanyalılar, Arnavutlar hangi bağa sarılmışlardı? Milliyet bağına… Türkler hatalarını anlamaya başladılar. Tanzimat sarhoşluğuyla unuttukları milliyetlerini nihayet hatırladılar. 

Milliyetsiz, Tanzimatçı, mefkûresiz politikacılar Türklükte bir dinsizlik olduğunu fısıldıyorlar, gayr-i milli ulemanın garazını ve taassubunu kımıltadıyorlardı. Hâlbuki dinsiz bir millet olmazdı. Milliyet esasını kabul eden mutlaka din esasını da kabul edecekti. Din ve milliyet adeta birbirinin birer “lazım-ı gayr-i müfarık”ı idi. Bu itirazların boşluğunu, hiçliğini gören Tanzimatçı politikacılar bu sefer Türklüğü irtica farzettiler.  

Ve “Altaylara doğru…” diye eğlenmeye başladılar. Ve ne gariptir ki Türkiye gibi filli bir Türk diyarında Türk tarihi gazetelerle inkâr olundu. 

Fakat kurtuluş güneşi, boz bir kurt gibi, önümüzde yükseliyordu. Politikacılar milletin anı uyanışından ürktüler. Hele “Osmanlılık” perdesi altında başımıza çorap ören hainler bütün bütün düşünceye daldılar. Uyanan Türklüğün kuvvetini onlar çok iyi biliyorlardı. Daima yokluğunu tekrar ederek yok etmek istedikleri unsur “Ben varım” derse hainlerin kendi mefkûrelerine veda etmeleri icap ediyordu.  

Bunların akıllıları; “Ah kabahat bizde diyorlardı, biz bu kadar milliyetimizde mutaassıp olmasaydık onlar yine eskisi gibi milliyetsiz ve gayesiz yaşayacak, dağılıp perişan olacaklardı. Fakat bize baktılar. Onlar da milliyetçiliklerinin etrafında toplanıp kuvvetlenmeye başladılar.” 

Lakın, bizim Türklerin kendi milliyetlerine karşı bu iştiyak ve temayüllerine yine inanmıyorlar ve başlarını sallıyorlardı; “Türkler (gel geçtir), bu milliyet sevdası da geçecek, biz yine aldatmak için karşımızda Osmanlı vatandaşlarımızı bulacağız…” 

Şimdi başlarını sallıyor ve düşünüyorlar. Gördüler ki milli cerayan, Türklük hareketi pek esaslı, pek ciddi, hatta pek ilmi ve halkidir. O kadar ki birkaç sene evvel olduğu gibi bir gürültü, bir skandal çıkaramıyorlar; “Siz Türk olursanız biz de Osmanlılıktan çıkarız…” diye çocukça tehditlere kalkışmıyorlar. 

 Mevzuumuzu iyice izah için Türkiye’nin nüfusundan, Türkiye’de ne kadar Türk olduğundan bahsetmek lazım geliyor. Düşmanlarımız sıkılmasalar;   

“Türkiye’de hiç Türk yoktur, diyecekler. Fakat müesseseleri, Türkçe konuşan kalabalığı inkâr etmek kolay mı? Nihayet Türkiye’de Türklerin nüfusunu beş altı milyona çıkarırlar ve dudaklarını bükerler. Ve bu azlığa Türklerde inanmışlardır. Hatta bazıları; “Biz Türklüğümüzü inkâr etmesek, memlekette pek azız, halimiz ne olur? derler. Fakat mademki rakam vardır, düşmanlarımızın uydurduğu azlığa inanmamalıyız. Vakıa hükümetin resmi ve mükemmel istatistikleri yok. Amma bizim ve gözümüz ve haritamız var. Türkiye’de kesif ve toplu olarak ekseriyeti iki millet teşkil eder; Türk ve Arap… 

Bu iki milletin içinde adetçe en çoğu Türk’tür. İstanbul, Edirne, Bursa, Kastamonu, Konya, Ankara, Trabzon, Sivas, Aydın, Adana vilayetlerinin ahalisi bütün bütün Türk Müslüman’dır. Bu vilayetlerin hepsi birden hesap olununca yüzde beşi gayr-ı Türk ve Hıristiyan ahali çıkmaz.  

Mamüretü’l Aziz(Harput), Diyarbakır, Erzurum, Van, Bitlis vilayetlerinin ne kadar şehri varsa birçok köyleriyle beraber ırkça, lisanca, adetçe ve dince Türk’tür ve Türklerin adetleri bu dört vilayetteki bütün Ermenilerin adedinden çok, hem pek çok fazladır. 

Çokluk ve kesafetçe ikinci derecede Arap gelir; Halep vilayetinin yarısından ziyadesi, hususiyle şimal tarafları tamamıyla Türkoğlu Türk’tür. Bunu kimse inkâr edemez. Şam, Beyrut, Hicaz, Yemen, Bağdat, Basra, Musul vilayetleri Araptır. Fakat bu vilayetlerde de mühim bir Türk nüfusu vardır. Mesela Bağdat’ta hâlâ Türkçe konuşup Araplaşmayan Türk mahalleleri vardır.  

Kerkük şehri ve köyleri tamamıyla Türk’tür. Türkçe konuşurlar. Ve Türkçeden maada katiyen başka bir lisan bilmezler… 

 Kitapta tam on sayfa anlatılan konuyu yeniden yazarken bazı noktaları atladığımı söylemeliyim. Makalenin bir yerinde Ömer Seyfettin o günkü Türkiye’nin (Osmanlı Coğrafyasının) nüfusunu ve hangi milletlerin nerede yaşadığına da yer vermektedir… 

Yahudiler İstanbul’da, İzmir’de ve diğer bazı büyük şehirlerde ayrı mahalle halinde yaşarlar.  

Bütün Türkiye’nin nüfusu –en az- otuz milyondan ziyadedir. Ahalisi en kalabalık olan vilayetler İstanbul, Edirne, Adana, Bursa, Sivas, Kastamonu, Ankara, Trabzon, Aydın, Konya gibi yüzde doksan altısı Türk olan vilayetlerdir.  

16 milyon Türk 

9 milyon Arap; Arapların kesif bulunduğu vilayetler; Suriye, Filistin, Hicaz, Yemen, Bağdat ve Basra’dır. Bu altı vilayetin nüfusu azamı olarak 9 milyonu geçmez. 

1,5 milyon Rum 

1,5 milyon Ermeni 

Yahudi yarım milyon bile yoktur. 

 Kürtlere gelince, bu unsur az olduğundan Türklerden ayrılığı şimdiye kadar aklına bile getirmemiştir. Bulunduğu muhit itibariyle Türklerden ayrılırsa Ermenilere yahut Ruslara karışmaları icap eder ki, böyle bir fikir onlarca en büyük bir hıyanet, en şeni bir cinayettir… 

 Daha önce Ömer Seyfettin’in “Türklük Mefkûresi” isimli makalesini “Türklük üzerine yazılar” isimli kitaptan özetleyerek kaleme almıştım. Şimdi başka bir makalesini satır başlarıyla yeniden hatırlatarak Türk Milletinin daha fazla hırpalanmadan uyanmasına katkı sunmak istedim. 

Bugün “demokratik açılım” diye isimlendirdikleri gelişmeler Ömer Seyfettin’in 1912 yılında kaleme aldığı “Milli tecrübelerimizden çıkarılmış ameli siyaset” başlıklı makalesinde anlattıklarıyla yüzde yüz örtüşüyor!  

Ömer Seyfettin'in yazdıklarının içinde bugün almamız gereken o kadar çok ibret almamız gereken uyarılar ve mesajlar var ki; düşünce dünyası ve kalpleri mühürlenmiş olanlar ancak bu uyarıları göremezler!   

Buna mukabil, bu güzel ülkenin sessiz çoğunluğu olan sağduyulu insanımız, "tarih tekerrür etmeden!" demokratik açılım adı altında yaşadıklarımızı görsün, şuurlu bir şekilde yeniden ayağa kalkıp; vatanına, milletine, devletine, diline sahip çıksın istiyoruz! 

"Tarihi tekerrür diye tarif ediyorlar, ibret alınsa tekerrür eder mi?" demişti İstiklal Şairimiz Mehmet Akif Ersoy.  

Dün benzer hatalar yapılmış, cihanın şahit olduğu en büyük Türk Devleti olan Osmanlı İmparatorluğu tarih sahnesinden çekilmişti.  

Geçmişte yapılan yanlışları görüp doğruyu bulan milletler için tarih tekerrür etmez; Tarih bilgisinden mahrum olan toplum ve devletlerde ders alınmazsa tarih tekerrür eder! 

Bugün hatalar yeniden ve daha geriye dönülemez şekilde tekrar ediliyor ve maalesef benzer sonuçlar kaçınılmaz olur diye büyük endişe duyuyoruz;  bu yüzden bir an önce Türk Milleti ve Türk devletini yönetenler akıllarını başlarına almalıdır! 

 Tarihte yaşanılanları bilmek, anlamak ve ders çıkarmak çok önemlidir.  

Dünü bilmeden yarına güvenle bakabilmek ne mümkün? 

Tarihin tekerrür etmemesi için dünü öğrenmeliyiz; bu yüzden lütfen Ömer Seyfettin’in 1912 tarihli bu makalesini okuyalım/okutalım! 


Ders alınmazsa tarih tekerrür eder!

Ders alınmazsa tarih tekerrür eder!

4.08.2025 09:46:00

5415