“Hakikati inkâra şartlanmış olanların durumu, çobanın canhıraş haykırışını işiten ama onu yalnız bir ses ve çağrı (bağırma ve çağırma/ anlamsız bir ses ve gürültü) şeklinde algılayan sürünün durumuna benzer.
Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; dolayısıyla onlar akıllarını kullanmazlar.”(Bakara: 2/171)
İsyana meyilliysen bulursun onlarca sebep,
Yoldan çıkana ne yapsın ahlak, ne yapsın edep?
Köroğlu serzenişinde haklıydı:
Düşman geldi tabur tabur dizildi,
Alnımıza kara yazı yazıldı,
Tüfek icat oldu mertlik bozuldu,
Eğri kılıç kınında paslanmalıdır.
Sosyal medya icat oldu niyet bozuldu, samimiyet görünmez oldu. “Takke düştü kel göründü.” Mahremiyet duygusu zedelendi, dini hassasiyet/takva dikkate alınmaz oldu. Dilin kemiği kalmadı.
“Doğruyu söyleyenler dokuz köyden kovuldu.” Hakkı, hakikati haykıranlar boş sıralara konuştu, iyiliğin alıcısı kalmadı. Hınca hınç dolu yerlerde “hak ve hakikat” görünmez oldu.
Mevlana’nın (ra) deyişiyle: “Birinin eşeği vardı, semeri yoktu; semer buldu, eşeği kurt kaptı. Testisi vardı su bulamıyordu, suyu bulunca testinin kendisi kırıldı.”
“… Bizler, dini geleneğe özlem duyan fakat “zamanın ruhuna” uygun davranan, tarihteki bilgiye inanan ama “modern hayatın pratiklerine göre yaşayan,” farklı otoritelerin çekiminde “iki dünyalı, iki kimlikli” bir insan tipolojisi haline geldik.
Bu çifte dünyalılık bir yandan söylemde geleneğe sonuna kadar bağlı… Öte taraftan pratik hayatta alabildiğine ilkesiz, telfikçi, modernist, boğazına kadar dünya nimetlerine daldığı, adeta dünyanın altında kaldığı halde ahlak ve maneviyat nutukları çekip, dünyevileşmeye lanet yağdıran bir kişilik haline dönüştük…”(Ali Bardakoğlu)
Ankara Kızılay’da bir trafik tabelası… Onun başına gelen pişmiş tavuğun başına gelmemiştir herhalde. “En Ankara fotoğrafım” diye bir akım başlamıştı. Bir deli kuyuya bir taş attı kırk akıllı çıkaramadı.
Tabelanın önünde fotoğraf çektirebilmek için oluşan kuyruk akıllara durgunluk veriyordu. Biri hızını alamayıp tabelaya tırmandı, düşüp yaralandı. Bir başkası söküp tabelayı eve götürdü. Yenisini koydular.
Fotoğraf kuyruğunda çıkan tartışmada iki kişi bıçaklı saldırıya uğradı ve yaralandı. Daha ilginç olanı ise, yaralılar yerde yardım beklerken kuyruktakilerin sırayı kaybetmemek adına kılının kıpırdamamasıydı…
Bir yanda bir stat dolusu, altı yüz Hafız,
Diğer yanda doymak bilmeyen, hayâsız hırsız.
Bir yanda hasta eşini sırtında taşıyanlar,
Diğer yanda otuz yıllık eşini sırtından bıçaklayanlar.
Bir yanda vatan için, mukaddes değerler için canlarını feda edenler,
Diğer yanda üç kuruşluk dünya için dinlerine, imanlarına veda edenler.
Erkeği kumar bağımlısı, sanal âlemde,
Kadını gösteriş delisi, boy boy reklam peşinde,
Çocuklarsa zamanın insafına emanet, kim bilir hangi tuzağın pençesinde…
Uzat mikrofonu ve sor gelip geçene,
“Suçlu kim?
Günahkâr kim?
Tüm bunlar kimin hatası?”
Hiç araştırmana, soruşturmana gerek yok, “tüm işaret parmakları seni göstermektedir.” Suçlu da, günahkâr da sensin o kadar! Sen olmasan var ya, tüm sorunlar bir bir çözülmüş olacaktı.
Kimse tabelaya tırmanmayacaktı.
Kimse tabeladan düşmeyecekti.
Kimse tabelayı çalmayacaktı.
Kimse kimseyi bıçaklamayacaktı.
Kimse meşhur olma derdine düşmeyecekti.
Kimse eşini aldatmayacaktı.
Kimse anne babasını sokağa atmayacaktı.
Kimse dinine, imanına, mukaddes değerlerine veda etmeyecekti.
Sen, “Nereye gidiyorsunuz, bu cadde çıkmaz sokak?” diye bağırınca dengeleri bozuldu da olanlar oldu.
İdam sehpasında ölümün kıyısına gelmiş mahkûma “son sözün nedir, son savunman?” diye sorduklarında şu cevabı verdi:
“Suçsuz olduğumu biliyorum ama tüm parmaklar “suçlu sensin” diye beni gösteriyorsa söyleyecek bir söz kalmamıştır. Ama yine de söyleyeyim ki, “dünya dönüyor.”
Herkes parmağını indirip aynanın karşısına geçsin ve:
“Sanırım, insanların her suçunda ben varım,
Günah uzun bir kervan, ta ucunda ben varım” deyip günahına ağlasın…