Tarih: 24.01.2014 08:35

Barış ve huzurun anahtarı: İman hizmeti

Facebook Twitter Linked-in

Barış ve huzurun anahtarı: İman hizmeti
 
Üstadın ifadesiyle iman hakikatleri elmaslar mesabesindedir. Ama siyasî tarafgirliğe kurban edilirse karşınıza aldığınız cenah bunları cam parçaları gibi görmeye başlar. Bu elmasların kıymetini cam parçalarının seviyesine indirmiş olursunuz. Bu da bir vebaldir.

Yeni kitabınız hayırlı olsun. İsmi “İman Hizmeti.” İman hizmeti deyince ne anlamalıyız, nedir iman hizmeti?
 
“Mevcudat içinde en kıymettar şey hayattır” diyor, Üstad Hazretleri. Hizmetler içinde en kıymettar hizmet, hayata hizmettir ve hayata hizmet vazifeleri içinde de en kıymettar olanı fânî hayatın bâkî hayata dönüşmesi için yapılacak hizmettir. Bu da imanla mümkün. En başta Allah’ı ve ahireti tanıyacağız ve ebedî hayat boyutunu idrak edeceğiz ki bu manaları kavrayabilelim. Dolayısıyla imana hizmet öncelikle bizim ebedî hayatımızı kurtarıyor. Dünyaya bakan boyutuyla da dünyamıza saadet getiriyor. Çünkü dünya saadeti de ancak ahiret bilinciyle, ahireti idrak ederek, ahirete inanarak, bu hayatın kabirden sonra da bir devamı olduğunu bilerek kazanılabilir. O bakımdan ahiret inancı bizim dünya hayatımızı da düzenliyor, tanzim ediyor, bizleri saadete kavuşturuyor. O itibarla iman hizmeti evvelâ kendi imanımızı kurtarmak, sonra Üstad’ın ifadesiyle, başkalarının imanına kuvvet verecek şekilde çalışmak… İdam-ı ebedîden ve daimî haps-i münferidden, kabirden sonraki o tehlikelerden kendimizi ve ulaşabildiğimiz insanları muhafaza edebilmek bizim için en birinci vazife olmalı. İman hizmeti bu…
 
 
 
İman hizmeti Hazret-i Adem’den başlayıp bu zamana kadar devam eden bir hizmet. Şu anda ahirzamanda yaşıyoruz. Ahirzaman diğer zamanlardan farklı özelliklere sahip. Ahirzamandaki iman hizmetinin de farklı özellikleri olması gerekiyor her hâlde...
 
Cenâb-ı Hak buyuruyor ki: “Ben cinleri ve insanları Beni tanısınlar ve Bana ibadet etsinler diye yarattım.” İşte Hazret-i Adem’le başlaması buradan ve bütün peygamberler bu mesajı vermek üzere gönderilmiş Cenâb-ı Hak tarafından. Ahirzamanın farkı şu; Üstadın yaptığı izahlarda da bunu görüyoruz. Eskiden dalâlet, inkar, küfür cehaletten gelirdi; ama bu zamanda ilimden, fenden geliyor. Bilimlerin materyalist bir anlayışla yorumlanması, insanları bilime dayanan bir küfür ve inkâr, âdeta Cenâb-ı Hakk’a meydan okuma psikolojisine sürüklemiş. Onun için “İlimden gelen dalâletin izalesi zordur” diyor Üstad. Bunun için aklî ve ilmî ispatlara ihtiyaç var. İşte Bediüzzaman Hazretleri ne yapmış eserlerinde? Kur’ân’ın da, kâinatın da aynı kalemden çıkan eserler, kitaplar olduğunu ifade etmiş. Ve kâinatın Kur’ân’ı, Kur’ân’ın kâinatı tefsir eden birer kitap olduğunu söylemiş. Buradan şuraya varıyoruz: Bediüzzaman’ın Risale-i Nur’da yaptığı izahlara baktığımız zaman fenleri marifetullah, yani Allah’ı tanıma vasıtası olarak yorumladığını görüyoruz. Her bir fen Cenâb-ı Hakk’ın bir ismine dayanıyor. Dolayısıyla materyalist anlayışın bilimle inanç arasındaki kopardığı bağı yeniden tesis etmiş. Bu itibarla ahirzamanda verilen iman hizmetinin Risale-i Nur tarzında olması gerekiyor. Çünkü bu zamanın akıl ve bilimi öne çıkaran ve bunlarla Allah ve ahiret inancına, diğer iman esaslarına itiraz eden, meydan okuyan felsefî cereyanları püskürtmenin yolu bu hizmetten, bu yaklaşımdan, bu metoddan geçiyor. İman esaslarını, başta Allah’a iman olmak üzere, aklî ve mantıkî delillerle ispatlamak ve bunların içini fenlerin bizlere verdiği donelerle doldurmak… Haşir akidesiyle ilgili olarak Üstad’ın aktardığı birşey var: İbn-i Sina gibi dâhi bir filozof “Akıl buna yol bulamaz” deyip aczini itiraf etmiş. Yani “Akılla haşir inancı ispat edilemez” neticesine varmış, ama Üstad tam tersine haşir akidesini de yine aklî delillerle ispatlamış. Risale-i Nur baştan sona bu manadaki izahlarla dolu. Onun için bu zamanın modern eğitim süreçlerinden geçen, modern eğitim almış, fenleri okumuş, gerek sosyal bilimleri, gerek tabiî bilimleri okumuş olan insanlar Risale-i Nur’u okudukları zaman ilme dayanan bir iman şuuruna sahip oluyorlar. İmanlarını kurtarıyorlar ve tahkikî hâle getiriyorlar. Eskiden teslime dayanan taklidî imanlar yeterli oluyorken, ahirzaman şartlarında ancak tahkikî imanlar dayanabiliyor ve bu tahkikî imanı da bize Risale-i Nur kazandırıyor.
  
Bediüzzaman, “medresede 15 senede kazanılacak ilmi Risale-i Nur 15 haftada, kimilerine 15 günde kazandırıyor” diyor. Bir de eskiden tarikat zamanı idi, yani bir Müslüman bir tarikate girerdi, yıllarca seyrisülûk sonunda ibadet ve zikirle kalben seyahat ederek belli bir iman mertebesine gelirdi. Ama Risale-i Nur bu iman mertebesini, tahkikî mertebeyi çok kısa sürede ilim içinde kazandırıyor. Hem tarikatte sadece kalben gitme var, akıl biraz geri planda kalıyor. Ama Risale-i Nur’da akıl ve kalp birlikteliği var, bu konuda ne söylersiniz?
  
Evet, bu konuda Hazret-i Mûsa’nın her vurduğu yerde su çıkaran asası örneğinden yola çıkarak, onun gibi “Ve fi külli şeyin lehü ayetün tedüllü ala ennehu vahid,” “Herbir şeyde Allah’a götüren deliller ve işaretler var” prensibini esas alarak, baktığımız herşeyde Allah’ın eserlerini, esmasının tecellilerini görebilecek bir imana sahip kılıyor bizi. Öyle çok dolambaçlı uzun süreçler gerektiren bir meşgale, uğraş ve çabaya ihtiyaç göstermeden kestirmeden en kısa yoldan imanımızı inkişaf ettirmenin yolunu açıyor.
  
Hem küçük dairede, yani şahıs bazında; hem de büyük dairede, yani cemaat bazında iman hizmeti yapmaya çalışıyoruz. Ferdî ve cemaatî anlamda istikametimizi ve ihlâsımızı muhafaza etme konusunda meşveretler büyük önem arz ediyor. Bu konuda neler söylemek istersiniz?

 
Bununla ilgili İttihad-ı İslâm kitabımda geniş yorum, açıklama ve izahlar var. Risale-i Nur’daki prensiplerden anladığımı orada ifade etmeye çalıştım. “Zaman şahs-ı manevî zamanıdır, cemaat zamanıdır” ifadesiyle Üstad ahirzamanın bir başka özelliğini daha ifade ediyor: Ehl-i dalâlet cemaat suretinde hücum ediyor. Buna karşı ferdî mukavemetin dayanabilmesi zor. Dolayısıyla şahıs eksenli, şahsa dayalı hareketler ahirzamanın manevî fırtınaları karşısında çok fazla etkili olamıyor. Kendisini muhafazada dahi büyük zorluk çekiyor. Üstad Münâzarât’ta bunun sosyolojik boyutunu da izah eden açıklamalar yapıyor. Eski zamanda kimin kılıcı keskin, kalbi katıysa o yükselirdi, ama artık yeni çağda bu devir geride kaldı. Kimin aklı daha gelişmişse, kimin gönlü daha zenginse, insanların kalbini fethedebilme kabiliyetine sahipse onun önü açılacak. Artık bu dönemde kaba kuvvetle, zorla insanlara hükmedebilmek mümkün değil. Ve tek şahıs idaresi yerine artık meşveretle işleyen meclis ve şahs-ı manevînin hâkim olacağı bir çağa giriyoruz. Bunlar da zaten İslâm’ın özünde olan prensiplerden. Meselâ Üstad meşvereti en başta “Ve şavirhüm filemr” ve “Emruhum şura beynehum” âyetlerinin tecellisi olarak izah ediyor. Dolayısıyla kamuoyunun, ortak aklın öne çıktığı, şahs-ı manevînin ağırlık kazandığı ve ferdî yaklaşım ve tavırların artık etkisizleştiği bir çağda buna uyum sağlayabilmek ve çağın gereklerine uygun yaklaşımlar geliştirebilmek için meşveret esasının çok sağlam bir şekilde yerleştirilmesi ve işletilmesi lâzım. Ve Risale-i Nur hizmetinde de Kur’ânî bir prensip olarak bu çok önemli ve kritik bir yere sahip. İman hizmetinin istikamet üzere ve sağlıklı bir şekilde yürütülebilmesi için de buna çok büyük bir ihtiyaç var. Dediğimiz gibi, ahirzaman çok zor bir zaman. manevî, sosyal, siyasî fırtınalar, farklı rüzgârlar, kasırgalar eksik olmuyor. Bunlara karşı dayanabilmek, güçlü bir yapı oluşturup direnebilmek, üstesinden gelebilmek, şahs-ı manevî tarzında gelen hücumları püskürtebilmek ve hizmetlerimizi selâmetli bir zeminde, badirelerden muhafaza ederek, riskleri en asgarî düzeye indirip etkisizleştirerek yola devam edebilmenin en önemli şartı meşvereti sağlam ve doğru bir şekilde işletebilmek.
  
İman hizmetinde müsbet hareket düsturunun yeri nedir?
 
Üstad vefatından önce verdiği en son derste “Bizler asayişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde her türlü sıkıntıya karşı sabır ve şükürle mükellefiz” diyor. İman hizmetinin kimseye bir zararı olmaz. İman hizmetinde itiş kakış, kavga, dövüş, iktidar mücadelesi yok. İman hizmeti tamamen evvelâ kendi hayatımızı düzene koymamızı gerektiriyor. Çünkü “Nefsini ıslâh etmeyen başkasını ıslâh edemez” diyor Üstad. Evvelâ kendi nefsimizde bu hakikatleri yaşayarak, hazmederek, özümseyerek, kendi hayatımıza mal ederek ve ondan sonra yapabildiğimiz ölçüde ailemizdeki, çevremizdeki insanlarla bu manada diyaloglar kurarak bu hizmeti devam ettirmek. Bunun asıl neticeleri esas olarak ahirette görülecek. Ama dünyaya taalluk eden neticeleri de var ve onlardan biri asayişin muhafazası… Menfi harekete, olumsuzluğa, itiş kakışa izin vermeyen bu hizmet barış, sükûnet ve huzuru netice veriyor. Barış ve huzurun anahtarı iman hizmetidir. İman hizmetinin müsbet hareketle içi içe gitmesi buradan geliyor. Müsbet hareket aynı zamanda İslâm ahlâkını yaşamanın da bir tezahürüdür. Yani İslâm ahlâkını hakkıyla yaşayan bir insan hiçbir zaman menfi harekete tevessül etmez. kendisine kötülük yapana bile iyilikle mukabele eder. Beddua dahi etmez.
  
Bediüzzamanın asıl üstadı Kur’an…
Bediüzzaman “Onun mu bunun mu peşinde gideyim” diye tahayyürde kalmışken, İmam-ı Rabbanî’nin kitabını tefeülle açtığı zaman “Tevhid-i kıble et” irşadıyla karşılaşıyor. Bunun üzerine Üstad “‘Tevhid-i kıble ancak Kur’ân’la olur’ diyerek tamamen Kur’ân’a yöneldim” diyor. Ondan sonra Kur’ân’ın birinci müfessiri olan Peygamber Efendimizin (asm) sünneti ve hadisleri, yine sünnetin bir tamamlayıcısı olarak Asr-ı Saadet’teki uygulamalar, sonra kâinat kitabı,… Her asırda gönderileceği hadisle müjdelenen vazifeli zatlar tarafından sürdürülen müstakim çizgi ahirzamanda Risale-i Nur’la kemal noktasına ulaşmış. Ve ahirzamanın ihtiyaçlarına cevap veren bir hizmet modeli ortaya konulmuş Risale-i Nur’la.
 
 Bediüzzaman’ın eserlerinde bahsettiği “iman, hayat, şeriat”i nasıl anlamalıyız? Özellikle “hayat” hakkında farklı anlayışlar mevcut.
 
Cemaatler kitabımın sonunda buna dair üç yazı var. Özet olarak şunu söyleyebilirim: Önce iman… İman hayat ve şeriat aşamalarının temeli. Din, tahkikî imana dayalı olarak yaşanırsa anlamını bulur. Dinin bir inanç temeli var. Sonra ibadet, ahlâk, muamelat kısımları var. Bir de devlete taalluk eden ve kamu hukuku alanına giren ahkâmı var. Fertleri birinci derecede alâkadar eden şey evvela kendi hayatlarında dinî görevlerini yerine getirmeleridir. “Küçük dairede büyük vazifeler var” diyor Üstad. Bunların yapılması da imana bağlı. İman olacak ki namaz kılsın, oruç tutsun, zekât versin, haram-helâl ölçülerine riayet etsin; faizden sakınsın, kul hakkına riayet etsin, güzel ahlâkın gereklerini yaşasın… Üstadın yaptığı tasnife göre dinin % 99’u iman, ahlâk, fazilet ve ibadete mütealliktir, % 1’i siyasete taallûk eder. Devletle ilgili ahkâm % 1’dir. Ve imanın tahkikî ve sağlam bir şekilde inşa edilmiş olması lâzım ki sonraki aşamalar onun üzerine bina edilsin. Bu fıtrî bir süreç içinde gelen bir silsileyi ifade ediyor. Aynı zamanda fert fert tabandan başlayıp diğer hayat dairelerindeki tezahürlerini gösteren bir süreci ifade ediyor. Üstadın yaklaşımı bu. Önce iman, sonra hayat… Fert fert bu manalar yaşandıkça, ibadetler yerine getirildikçe, dinin gereklerine uyuldukça, emirlerine uyulup yasaklarından kaçınıldıkça ve bu duyarlılık toplumda yayıldıkça toplumdaki dindarlık tezahürleri de artacak, yaygınlaşacaktır. Şeriat denilince hemen devlet akla geliyor bazı zihinlerde, ama dediğim gibi şeriatın % 99’u ferde taallûk eden şeyler. Devlete taallûk eden kısmı ise ancak şartlarının tahakkuk etmesiyle mümkün olacak şeyler. Evet, devletle alâkalı olarak şeriatın getirdiği birtakım esaslar var. Bunların başında da adalet, hürriyet, eşitlik, hizmet, meşveret gibi temel kavramlar geliyor. İnsanlığın zaman içinde geliştirdiği demokrasi ve hukuk devleti kriterleri, bir yönüyle, İslâmın 14 asır önce getirdiği değerlerle örtüşen prensipler. Üstad “Medeniyetin mehasini, şeriatın başka şekle çevrilmiş bir meselesidir” derken bunu ifade ediyor. Bir başka nokta: Tepeden inme yöntemlerle şeriat gelmez. Şeriat bir yerde duruyor da, birileri onu oradan alıp getirecek… Böyle birşey değil şeriat. Şeriat fert fert hepimizin yaşaması gereken prensiplerden oluşan bir sistem. Böyle bakılırsa mesele vuzuha kavuşur. Keza “iman, şeriat, hayat,” bunların biri bitip diğeri başlıyor değil, iç içe bunlar…
 
 İman hizmeti yapanların devlet ve siyasetle ilişkileri nasıl olmalı? Bediüzzaman’ın siyasetle ilgili görüşleri nelerdir? Nur Talebeleri niçin siyasetten uzak durmalı?
 
İman hakikatlerini, Üstadın benzetmelerinden yola çıkarak, güneşe benzetecek olursak yerdeki ışıklara tabi olmaz güneş. Dünyevî nazarla bakan insanların gözünde en önemli şey devlettir, siyasettir, iktidardır. Ama Risale-i Nur perspektifinden baktığımız zaman bütün bunların üzerine çıkan bir anlayış görüyoruz. Çünkü iman bir intisaptır. İnsanın Yaratıcıyla olan bağını kuran bir intisaptır. Bizi Yaratıcımıza bağlayan böyle bir intisap ve onunla alakalı hizmetler arzî, dünyevî proje ve hedeflerin aleti, basamağı, malzemesi olamaz. Onlara tâbi olamaz. Onların tümünün üzerindedir. Onun için devletle, siyasetle, iktidar çekişmeleriyle alâkalı hiçbir mevzuya iman hizmeti alet olmaz. İman hizmeti,  onların tamamen üzerinde bir makamda verilmeli. Nitekim camiye gittiğiniz zaman o partiden de, bu partiden de insanlar gelip aynı safta namaz kılıyor. Camide parti ayrımı olmaz. Siyasî görüşlerinin farklı olması, hepsinin aynı Allah’ın kulu olmalarındaki ortaklıklarını ortadan kaldırmıyor. Onun için, iman hizmetinin siyasî tarafgirliklerden uzak bir şekilde yürütülmesi lâzım. Onu belli bir siyasî görüşe hapsedersek, diğerlerini iman hizmetinin getireceği kazanımlardan mahrum ederiz. Dahası onları iman hizmetine düşman etme tehlikesini ve riskini dâvet etmiş oluruz. Bu bir vebaldir. Çünkü iman hizmetine herkesin ihtiyacı var. Ebedi hayatının kurtulmasına herkesin ihtiyacı var. Bu yaklaşımla bu hizmetin yürütülmesi lâzım.
  
Üstad da “İman hizmeti hiçbir tarafgirliğe girmeden yapılır. Çünkü her taifede bu hakikatlere muhtaç olanlar var” diyor.

Yine Üstadın ifadesiyle iman hakikatleri elmaslar mesabesindedir. Ama siyasî tarafgirliğe kurban edilirse karşınıza aldığınız cenah bunları cam parçaları gibi görmeye başlar. Bu elmasların kıymetini cam parçalarının seviyesine indirmiş olursunuz. Bu da bir vebaldir.
13. Mektupta çok güzel bir örnek var: Hayat-ı beşeriye bir yolculuktur. Bu zamanda bir bataklığa girmiş ve insanların % 80’i bataklıkta olduğunu hissediyor, kurtulmak istiyor. Bir nur arıyor ki ona yolunu göstersin ve o bataklıktan kurtulabilsin. Bunların ihtiyacı onlara nur gösterilmesidir. Bir de ıslâhı gayr-ı kabil olan ve bataklıkta olmaktan, dalâletten lezzet alan bir azınlık da var. Onları ıslâh edeyim diye kafalarına topuzla vurup aynı topuzu o mütehayyir olan, kurtulmak isteyenlere de tatbik etmeye kalkarsanız, o zaman onların kurtuluş yolunu kapatmış olursunuz. Onların o bataklıktan kurtulabilmesi için nur gösterilmesine ihtiyaç var. Ve bu Nur hizmetinin talibi de maalesef çok fazla değil, ekseriyet topuza meraklı… Onun için nur göstermeye dayalı hizmetler zayıf kalıyor. O zaman da işte iman hizmetiyle kurtarılabilecek insanların bir kısmı kurtarılamamış oluyor. Onun için Üstadın yaklaşımı ve ifadesi: Yüz elimiz de olsa ancak nura kâfi gelir. “Hem nur, hem topuz olmaz mı?” sorusuna da diyor ki; “O zaman muhataplarda Nur gösterip arkasında sakladığı topuzla dövmek mi istiyor?” gibi bir şüphe uyanır. Ve nura olan itimadı zedelenir. “Alet mi ediyor?” meselesi de gündeme gelir. İkisi bir arada olmuyor, yani hem nur, hem topuz mümkün değil. “Siyaset topuzuyla İslâm’a hizmet ediyoruz” diyenlere bir mesajdır bu. Yani tepeden inme, dayatmacı yöntemlerle  dine hizmet olmaz. Hattâ dindar nesil yetiştirmeyi âdeta siyasî bir proje imiş gibi söylemlerle gündeme getirmek de aksülamel yapıyor. Ve dindar nesil kavramına da gölge düşürüyor. Hâlbuki dindar nesil kavramından anlaşılan şeyin farklı olması,  bunun siyaset üstü, siyaset dışı bir bağlamda anlaşılması lâzım. Ama siyasî bir üslûpla bunu ifade ettiğiniz zaman “Demek ki bunlar kendi siyasî projeleri için adam yetiştiriyorlar, dine dayandırdıkları kendi ideolojilerini nesillere enjekte edecekler” diye eleştiri ve itirazlara sebebiyet veriyor. Ve bu tartışmanın içinden de kolay kolay çıkılamıyor. İş bu zemine girdikten sonra kimseyi de ikna edemiyorsunuz artık. Dolayısıyla iman hizmetinin, din hizmetinin her türlü siyasî çekişmelerden, tarafgirliklerden, karşıtlıklardan azade bir zeminde yürütülmesi gerekiyor. Üstad buna çok büyük bir hassasiyet göstermiş. Eserlerinde bunu farklı boyutlarıyla tekrar tekrar ifade etmiş ve ikazlarda bulunmuş.
Bir diğer nokta: Dinde zorlama yoktur. Lâ ikrahe fiddin. Dindarlık içten gelerek, samimiyetle arzu ederek yaşandığında kıymet ifade eder. “Devlete hâkim olalım, birtakım makam mevkileri ele geçirelim. O yolla toplumu dindarlaştıralım” yaklaşımı buna ters. Üstadın dediği gibi, bu tarz tepeden inme yöntemler kâfiri münafık yapar. İçinden inanmadığı hâlde inanmış gibi gözükür. Münafık da kâfirden eşeddir, daha tehlikelidir. Onun için dindarlığın tepeden inme yöntemlerle değil, içerden gelerek, gönüllerde inkişaf etmesi lâzım. Zaten Üstad’ın anlattığı gibi, Peygamber Efendimizin (asm) en büyük mu’cizelerinden birisidir bu… Kalbinin katılığıyla şöhret bulmuş olan, kızlarını diri diri gömecek kadar vahşi bir kavmi o kadar dönüştürmüş ki, artık karıncaya bilerek ayak basamaz bir hassasiyet ve şefkate sahip kılmış. İşte bu bir mu’cizedir, peygamber metodu da budur. İman hizmetinde esas alınması gereken metod budur. Yani zorlayarak, tepeden inme yöntemlerle değil, insanları kendi rızalarıyla içerden dönüştürecek bir manevî inkılâbı gerçekleştirebilmektir.
 
Erhan Akkaya   
Yeni Asya Gazetesi


Orjinal Habere Git
— HABER SONU —