Köylerimizin boşalmadığı zamanlarda yani kışın insanımızın hala köyünde yaşadığı, ocaklarının tüttüğü dönemlerde Çayeli merkezde okumamız nedeniyle her karne tatilinde köye gitmek biz öğrenciler için bulunmaz nimetti…

Öyle ki; daha tatil gelmeden köye gitmek için hazırlıklar yaptığımızı hatırlıyorum. Bu hazırlıkların bir başkası da yazın okullar bittiğinde yaylalara gitmek için yaptığımız “yaylaya göç hazırlıkları” idi…

Bizim gibi çocukluğunu köylerde geçirmiş insanların uzun süre doğdukları yerden ayrı kalmaları gerçekten de hayatın en çekilmez zaman dilimlerindendi… Biz şehirde okuyan köy çocuklar bir an önce tatil gelsin de köye daha doğrusu özgürlüğe gidelim diye gün sayardık!

O sene yarıyıl tatili geldiğinde, Çayeli’nde okuyan amcamın ve halamın çocukları her zaman ki gibi Başköyümüze gitmiştik…

On beş gün boyunca köyümüzde ki diğer çocuklarla birlikte kışa ait oyunları oynamış, gülmüş, eğlenmiş ve zamanı tüketmiştik…

Dönüş vakti gelip çatmıştı. Ahmet Amcamın köye bizi almak için göndereceği “jeep”ın geleceği yere kadar yürümemiz gerekiyordu. Köyde çok fazla kar yağdığından arabanın köye kadar gelmesi imkansızdı. Büyüklerimiz “Ğaçıklı’ya kadar yürüyün kar aşağıya indikçe kesmiş olur” dediler…

Yaklaşık yedi kişiden oluşan ilkokul talebeleri ve yengemin de eşlik etmesi ile birlikte yola çıktık. Sabahın körüydü ve büyük bir “kar tipisi” vardı. Taze kar ve iz dahi olmamasından dolayı bayağı meşakkatli bir yolculuktan sonra Ğaçıklı köprüsüne ulaşmıştık. Ama o da ne? Ne Cağak’dan ne de Parağol köylerinden iz dahi yoktu yollarda. Sanki sadece biz yola çıkmış gibiydik o kadar köyün içinden!

Kendimizi Ğaçıklı’da bulunan sağlık ocağına attık. Kimseler yoktu orada da. Her yer karla kaplıydı ve sobayı yakmak için odun dahi yoktu sağlık ocağında. Dışarı çıkıp odun aramaya başladık. Az ilerde bir yığın gördük ve ellerimizle üzerinde ki kar’ı sağa sola atarak birkaç kucak odun alarak geri döndük…

Islak odunları tutuşturmak hiç de kolay olmadı ama uzun uğraştan sonra sobayı yakmayı başardık. Başımızı sokabileceğimiz bir yer bulmuş olmak bizi rahatlatmıştı ama daha kötü bir durum vardı. Hem acıkmaya başlamış hem de bundan sonra ne yapacağımızı bilemiyorduk!

Kar, her dakika hızını artırıyordu, bu da şu demekti, artık geriye köye dönemezdik! Çünkü, bizden sonrada kimse gelmemiş ve bizim açtığımız yolda, sürekli yağan kar tarafından kapanmıştı…

Her birimiz sağlık ocağının odaların da yiyecek aramaya başladık. Hatırlamıyorum, bir tanemiz kuru bir ekmek ve biraz da kokmaya başlamış el içi kadar peynir parçası bulmuştu. Daha önce, kar toplayıp bir çaydanlığın içine atarak çözülmesini sağlamış ve o suyu içmiştik. Bu sefer de ekmeği suyun içine atıp iyice suyu çekmesini bekledik ve sonra da normal zaman da dönüp bakmayacağımız peynirle yemeye başladık!

İyi kötü bir şeyler yedikten sonra, Babik’e inmeye karar verdik. Yola çıktık ama inanılmaz şekilde kar ve tipi devam ediyordu. Birbirimize destek ve moral vere vere yol almaya başladık… En büyüklerimiz olan Ali ve Mustafa ile birlikte ben, Osman ve hala oğlu Ali daha dayanıklıydık ama daha küçüklerimiz olan Cemal, Hüseyin, Hatice çok yorulmuş ve üşümüşlerdi…

Hüsna Yengem hepimizle ayrı ayrı ilgilenerek moral veriyor ve Babik’e bir şey kalmadığını sürekli ifade ederek bizi gayrete getirmeye çalışıyordu…

O yolculuğu ve yaşadığımız korkuyu ve üşümemizi kelimelere dökmek biraz zor ama sağ salim Babik’e inince dünyalar bizim olmuştu…

Şunu söylemeden geçemeyeceğim. Son viraja geldiğimiz de bizim köyün eniştesi olan “Fırıncı Hamit Abının” fırınından gelen “buğday ekmeğinin kokusu” hepimizi yeniden kendimizi getirmeye yetmişti bile!

Bizi hemen fırının içine aldı. O kadar güzel yanıyordu ki fırının ateşi, doğrusunu isterseniz cennet yeniden müjdelenmişti bize!

Hamit enişte yan tarafta ki bakkaldan helva aldı sıcak ekmekle birlikte yemeye başladık. Ama hiç birimiz doymak bilmiyorduk. Hala, o gün yediğimiz ekmeğin sayısını ve helvanın kaç kilo olduğuyla ilgili kendi aramızda bugün bile şehir efsaneleri uyduruyoruz!

Nihayet karnımız doymuş, ıslanan elbiselerimiz kurumuş ve tam anlamıyla kendimize gelmiştik…

Ahmet Amcamın yollamış olduğu arabayı bekliyorduk. Kısa bir zaman sonra arabamızda geldi ve Çayeli’ne doğru yol almaya başladık. Bizim hepimizde hemen hemen her arabaya binişimizde istifra ederdik. Özellikle hem yorgun hem de fazla yemek yediğimiz için bu sefer ki yolculuğumuzda çok erken istifra etmiş ve yediğimiz helva ve ekmekler geri gelmişti!

Ara tatil olunca yaşadığım hatıramı paylaşmak ve yeni neslin bu yaşadıklarımızı öğrenmesini istedim! Tabii bugün “karne tatillerini” köylerin de değil daha konforlu yerlerde geçirmeyi adet haline getiren yeni kuşak, benim anlattıklarımdan ne kadar istifade edebilirler o da ayrıca düşünmeye değer bir konu!


Selim ambar
27.01.2018 02:45:10
Okurken kendimi senin yerine koyarak okudum emice vAllahi ozamanlarda çekilen sıkıntılar çok zormuş ama ozamanlar yaylacılıklar köydeki arkadaşlık dostluklar oyunlarda tadına doyulmaz bir haldi eminim şimdi rahatlık var ama doatluklar akrabalıklar ölüyor

Ruhide Gürsu
6.02.2018 17:55:30
Bende Çataldere köyünden okula gidenlerdenim anılar aynı anılar Abdurrahman Bey ama ben sizden daha eski yaşadım ogünleri .Selam olsun

Mehmet Katmer
10.09.2019 10:48:14
Islanınca kurumak acıkınca doymak..

“Buğday ekmeğinin kokusu!”

Abdurrahman Akın

26.01.2018 13:30:41

23