Benim için okuma serüveni epeyce erken başladı diyebilirim. Başköy’den Çayeli’ne okumak için indiğimizden birkaç yıl sonra Şaban ve İsmail Abim özel tasarım bir kitaplık yaptırmışlardır. Şaban Abim daha çok dini ve milli ağırlıklı kitaplar okurken, İsmail Abim tam aksine sol içerikli kitapları alıp okuyor ve her iki abimin kitapları değişik düşüncede olsalar da tabiri caizse “kardeş kardeş “kitaplıkta aynı raflarda yan yana durabiliyorlardı!

O günlerde abilerimin aldığı kitaplığın raflarına giren her kitabı mutlaka elime alır onu bir güzel incelerdim tam olarak okumasam ve anlamasam da!

Merakları olmayanın kitap okuması zaten düşünülemez!

Hikâye, roman, bilim kurgu kitapları, tanımaya çalıştığım yazar ya da birçok şairlerin kitapları, güzel ciltli eski kitaplarla birlikte her elime aldığımda tanıdık bir dostu kucaklıyormuşum gibi gelmeye başlamıştı bana zamanla.

Kitaplarla haşir neşir olmam zamanla onlara daha fazla zaman ayırmama ve artık yavaş yavaş onları okumama yol açtı. Çayeli gibi Milliyetçi-Muhafazakâr bir ilçede yaşadığımız için okuma maceramızın yönü teneffüs ettiğimiz havaya göre şekillenmeye başladı.

Bir rafta; Nurettin Topçu, Erol Güngör, Nihal Atsız, A.Hamdi Tanpınar, Necip Fazıl, Cemil Meriç gibi Milliyetçi yazarlar, diğer rafta ise; Nazım Hikmet, Aziz Nesin, Attila İlhan gibi sol düşüncenin insanları vardı. Bu isimler ve yazmadığım onlarca isim üzerinden aynı zamanda o gün ki Türkiye’de “sağ-sol çatışmasının” görüş ayrılıkları ile birlikte “kutuplaşma” oluşmuş; ülkücüler sağcı, sosyalistler/komünistler ise solcu cephede konumlamıştır kendisini!

O sıralar önce Necip Fazıl’ın şiiriyle ve daha sonrada düşünceleriyle, çok geçmeden de Nurettin Topçu ve Erol Güngör ve Nihal Atsız gibi değerli düşünce adamlarının kitaplarıyla tanışınca, üstüne de o gün çıkan milliyetçi dergileri okumaya başlayınca “okuma serüvenimin” içeriği de belli olmuş oldu!

Daha çok milliyetçi yayınları okuma durumum okul hayatım boyunca ve askerlikten döndükten birkaç sene sonraya kadar devam etti. Otuzlu yaşlara doğru okuma maceram beni “karşılaştırmalı okumaya” doğru itti! Bunu erken başarabilmemin nedenlerinden biride çocukluğumda abilerimin oluşturduğu her düşünceden kitapların olduğu kitaplıktır.

Bugün hamd olsun hala her düşüncede kitapları okuyarak sorgulama yeteneğimi geliştirmeye devam ediyorum, edebildiğim kadar. Onun için aşağıda irdelemeye çalıştığım Ayasofya Camiinin ibadete açılıp açılmaması meselesine birazda bu açıdan değerlendirin isterim.

Yeri gelmişken şu düşüncemi de ifade ederek asıl irdelemek istediğim konuya gelmek isterim.

Sizi bilmem ama bana çok yavan geliyor okumadan yaşayabiliyor olmak!

Elbette ki, herkesten okumasını bekleyemeyiz ve tabii ki her birimizin de yaşama hedefi, hazzı kendine göredir. Ben kendi bakış açıma göre okuma serüvenimin ölene kadar da süreceğini ifade etmek isterim sadece…

Yine bugün ki gibi siyasetin; Ayasofya Camisi ibadete “açılsın mı? açılmasın mı? “ diye suiistimal ettiği dönemlerden birinde ismini hatırlamadığım bir derginin kapağında “gençlik heyecanımızı” tavan yaptıran bir dörtlük vardı;

“Her mümine cihat farz bu ilahi kelamdır

İstanbul’u feth etmek Peygambere selamdır,

Ayasofya semboldür İstanbul’un fethine,

Mazhar olmak ne güzel Peygamberin methine…”

Derginin kapağında Ayasofya’nın bir resmi ve hemen üzerinde de bu şiir vardı ve ben Çayeli’nde ki “Aydın Kitapevinden” dergiyi alıp eve gelene kadar yolda bu şiiri ezberlediğimi ve bugün de hala ezberimde olduğunu söylemeliyim!

Siyasetçiler gibi, yazan çizen düşünen insanların bir kısmı “Ayasofya” meselesini zaman zaman kaşımaktan hiç geri durmadı. Bu yazıyı yazmaya karar verince arşivimde küçük çaplı bir araştırma yaptım, notlar aldım, kim ne demiş bu konuda diye. Bunlardan bir kısmını alıntılamak istemiştim ama sonradan vaz geçtim.

O günün siyasi atmosferi içinde “sağdan ve soldan” söz söyleyen düşünce adamlarının, siyasetçilerin ve yazarçizer insanların “bizim düşüncemize yakın ya da uzak” düşen ve bugünden o güne baktığımızda tasvip etmediğimiz bir sürü siyasi ve kültürel mülahazaları olmuştur!

İçlerinde öyle heyecanlı metinler vardı ki; bir heyecan kasırgası içinde başlar, gittikçe yükselen bir duygu sağanağı halinde devam ederek okuyanı da içine çekerek heyecanlandırır ve dersiniz ki kendi kendinize gidip “Ayasofya Camisini” ibadete ben açayım!

Ayasofya Camisi Bakanlar Kurulu’nun 24 Kasım 1934 tarih ve 7/1589 sayılı kararıyla müzeye çevrilmişti. O gün yapılan tasarruf benim bakış açıma göre külliyen yanlıştır!

O gün ki Türkiye’de böyle bir şeye hiç gerek olmadığını düşünüyorum.

Eğer o gün bu tasarruf olmamış olsaydı, o günden bugüne kadar geçen zaman zarfında hiçbir siyasetçi, yazar, akademisyen bu meseleyi suiistimal edemeyecekti!

Şimdi yıllardır bu meseleyi diline dolayanlara bugün ki iktidarda dâhil olmuştur. Türkiye’de hemen hemen her sorunlu meseleye el atan ama işine geldiği gibi bu meseleleri kullanan bu iktidar, ortağı olan partinin de desteğiyle “Ayasofya’yı ibadete hemen açabilecekleri halde” ipe un sermekle meşguller!

Az buçuk “Sanat Tarihi” okuyan ve Ayasofya’nın kendi kişisel tarihini de araştıran birisi olarak şunları rahatlıkla ifade edebilirim.

Ayasofya Fetihten sonra özellikle Mimar Sinan’ın eli değerek bugüne kadar dimdik ayakta kalabilmeyi başarabilmiş muhteşem bir sanat eseridir. Ve ne mutlu ki, dünyanın dört bir yanında İslam sanat eserlerinin başına gelen kötü işler, Ayasofya’nın başına gelmemiş, onu en güzel şekilde korumuş ve kollamıştır Türk Milleti. Barbar Batı gibi ne dün ne de bugün hiç olmadı Türk Milleti; ibadet yerlerini hangi dinin olursa olsun gözü gibi baktı ve bakmaya da devam ediyor. Daha yeni birçok kilise bu ülkede restore edilerek yeniden (cemaati olmasa da) ibadete açıldı!

Ayasofya Camiinin hemen karşısında “1609-1617 yılları” arasında Osmanlı Padişahı 1.Ahmed tarafından “Mimar Sedefkar Mehmet Ağa” tarafından yapılan muhteşem Sultan Ahmet Camisi var. Bu muhteşem eserin duvarları, mavi, yeşil ve beyaz renkli İznik çinileriyle kaplanmış. Büyük kubbesinin içi de mavi ağırlıklı kalem işleriyle süslendiği için Dünyaca “Mavi Camii” olarak bilinir.

Ben bugün şöyle düşünüyorum; “Sultan Ahmet Caminin Ayasofya’nın tam karşısına yapılmış olması bugünler içindir” diye! Eğer Sultan Ahmet Camisi orada yapılmış olmasaydı 1934 yılında Ayasofya’nın bir kısmı müzeye çevrilmeyecekti diye iddialı bir düşüncem var benim!

Bugün, “kılıç hakkıdır” ve ya “fethin sembolüdür” düşüncesi ile Ayasofya’nın tümünü ibadete açmanın hiçbir mantığı yoktur bana göre!

1979 yılından beri Kuran-ı Kerim okunuyorken, 1991 yılından beri de bazı bölümlerinde namazda kılınıyor Ayasofya’nın.

Ha bugün ki iktidar diyorsa ki Ayasofya’yı ibadete açacağız; bir gün dahi durmasın açsın!

Hiç olmazsa milletin dini ve mili duygularını bu konuda sömürüp suiistimal edilmesin!

Mimar Sinan’ın yaptığı minareleri göğe doğru yükselen Ayasofya Camisi; bugün ki Türkiye’de hala 1453 yılında Fatih Sultan Mehmet Hanın feth ettiği İstanbul’un sembolüdür!

Bu düşüncem ve inancım dünde bugüne de hiç değişmedi.

Ve bu gerçeği değiştirecek herhangi bir “yabancı güç” de tanımıyor Türk Milleti!

Görüşmek üzere; Allah’a emanet olun.


Ayasofya Semboldür İstanbul’un Fethine!

Abdurrahman Akın

11.06.2020 12:00:14

12