Senoz Vadisindeki ahşap köy evlerinin dışında bir “serender/ambar”, içinde ise iki adet kiler mutlaka bulunurdu. Evin içinde ki kilerlerden birisine günlük yiyecekler konulurdu diğerine ise evde yâda dışarda kullandığımız; tahra, nacak, kazma, kürek, tırpan, keser gibi aletler saklanırdı.

Köylerde hemen hemen her ev de aynı düzen vardır. Köylerde hayat doludizgin yaşanırken her evin çocuklarının özellikle alet edevatın bulunduğu kilerlerde vakit geçirmesine bayıldığını da çok iyi biliyorum. Çünkü yukarda saydığım araç gereçler köyde imal edilmediğinden ve henüz daha çocukların görmedikleri çok uzak bir yerlerden geldiğinden dolayı çok ilgi görürdü!

O günün şartlarında teknolojiden uzak bir çocukluk geçirirken Senoz Vadisinin Başköy’ünden, Çayeli’ne gelerek “9 Mart İlkokulunda” eğitim görmeye başladık. Daha önce birkaç hatıramda ifade ettiğim gibi biz dört amcaoğlu; Ali, Mustafa, Osman ve benle birlikte, halalarımın çocukları olan; Mehmet, Ali ve Mustafa’da okumak için Çayeli’ne inmiştik.

Biz bütün kuzenler birlikte okula gidiyor, birlikte yiyor içiyor, eğleniyor ve birlikte kavga ediyorduk! Şehre ilk defa geldiğimiz içinde de çevremizle çok ilgiliydik ve merak ettiğimiz her şeyi de öğrenmek istiyorduk doğal olarak.

Sevgili Ahmet Amcam, bizim evi Hopa Caddesi üzerinde 9 Mart İlkokuluna yakın bir binada tutmuştu. Nasip işte. O binanın alt katında caddeye bakan tarafta Cutinç’ten (Ormancık) Çakıroğlu Sabri Abinin “Atölyesi” vardı.

Giriş cümlemde alet kilerinden ve içindekilerden bahsetmiştim. İşte biz çocuklar için devasa aletlerin bulunduğu bir yerdi sevgili Sabri Abinin Atölyesi. Okuldan dönünce atölyede vakit geçirmeyenimiz hemen hemen yoktu. Fakat şunu yıllar sonrada rahatlıkla söyleyebilirim. Sabri Abi beni diğer çocuklardan biraz daha fazla seviyordu herhalde ki, atölyede bulunan alet tezgâhından tutunda diğer büyük makinelere kadar her şeyle ilgili olmama ses çıkarmıyordu.

Aradan bayağı bir süre geçmiş, biz yavaş yavaş Çayeli’ne alışmaya başlamıştık. Çayeli’nin cadde ve sokaklarına alıştığımız gibi; evimizin girişinde bulunan atölyeye de çok alışmış adeta ikinci ev bellemiştik. “Planya, freze, şeritli hızar ve kalınlık” gibi büyük makinelerin çalışması bizim merakımızı çeken en önemli makinelerdi.

Benim dikkatimi en fazla; atölyenin hemen girişine konulan “kalınlık” denen makineye bir taraftan verilen ağaç ya da kütüğün diğer taraftan çıkması çekiyordu!

O makinenin önüne her gittiğim de elimi içine sokmak istiyordum!

Bu merak duygusunu nasıl tatmin edeceğime de bir türlü karar veremiyordum. Yine bir gün, okuldan eve gelmiş, amcaoğlu Mustafa ile birlikte evin hemen girişinde bulunan atölyeye gitmiştik. “Kalınlık” dediğimiz o makinenin arka tarafından Sabrı Abi ağacı içeriye yoluyor, benimle Mustafa’da yardım ediyor gibi bizim tarafa doğru gelen ağacın ucunu tutarak geriye doğru yolluyorduk.

Bir iki ağaç derken, ben içimde ki “elimi makinenin içine sokma duygumu!” tatmin etmek için “Kalınlık”a biraz daha yanaşarak birden sol elimi ağacın peşinden içeriye sokmaya başladım. Birkaç salise sonra parmaklarımı makinenin bıçağı kesmeye başladı ve ben feryat etmeye başladım. O anda amcaoğlu Mustafa beni belimden tutarak geriye doğru çekti ve kolumun fazla içeriye girmesini engelleyerek muhtemel daha büyük bir kazayı da önlemiş oldu.

O günlerde değil Çayeli’nde Türkiye’de bile zor bulunan, ismini yanlış hatırlamıyorsam “impala” marka bir taksiyle beni hemen Rize’ye hastahaneye götürdüler. Yaşadığım acıyı bugün bile kelimelere dökemem. Doktor, hemşire, hastabakıcı kim varsa elimi temizleyip, kesilen parmaklarımın altına tampon yaparak sarıp sarmaladılar. Yaklaşık on beş gün sonra Çayeli Devlet Hastahanesine giderek merhum Mehmet Küçük tarafından pansuman yapılınca parmaklarımın ne kadarının kesildiğini görebildik ancak.

Yaşadığım tarifsiz o acıdan geriye kalan bir iki şey var.

Birincisi biraz iyileştikten sonra; “elimi kestim taksiyle Rize’ye gittim, kafa mı kesip uçakla Ankara’ya gideceğim” sözüm, diğeri Sabri Ağabeyin atölyesinin talaş kokusu ve bir diğeri ise bugün hala her baktığımda kesildiği günü hatırladığım sol elimin orta parmağının olmayan ucu!

Birçoğumuzun teknolojiden uzak, sade, huzurlu ve mutlu günlerin özlemini çektiğimiz muhakkaktır. Bu özlemi bende size hissettirmek istiyorum her paylaştığım “siyah beyaz resim” tadında ki hikâyelerimde!

Eski günlerin sadeliğinin insanları çok daha mutlu ettiğini vurgulamak istemem de ki amaç; bugünkü kuşağa o günleri bir nebze olsun yaşatmak ve olabildiğincede anılarımı en ince ayrıntısına kadar aktarmak.

Şuna hep inanmışımdır; hatıralarımı okuduğunuzda, bunların pek çoğu benden önce ve benden iki kuşak sonrasını da o günlere götürecek ve hepimizin yüzünde güzel bir gülümseme, yüreğinde de hüzün bırakacaktır!

Görüşmek üzere; Allah’a emanet olun…


Kürşad Yılmaz
18.10.2019 11:00:14
Akıcı, sürükleyici bir romanı okuyorum gibiydi hatıranız abi,keyfle okudum.

aysima
18.10.2019 11:12:47
çok heyecanlıydı sonu güzel olmamış,çocukluk anıları daima insana hüzün veriyor çok haklısınız.

Leyla Güven
18.10.2019 12:01:37
" Milleti oluşturan en önemli unsur ortak acılar ve sevinçlerdir". Yani duygudaşlık oluşturan hatıralar önemlidir. Çok etkilendim özellikle okul çıkışı sokakta koşup oynayan çocukların yerine bugün cep telefonuyla zaman geçiren çocukları karşılaştırınca.

Serap
18.10.2019 15:02:36
Herkes için kendi hikayesi çok özeldir. Ama insan özünde aynı olduğundan tüm hikayeler birbirine temelde benzerdir. Kolumu kırdığım ve alçıya alındığında ki durumum aklıma geldi ne kadar benzer dedim kendi kendime .Kaleminiz yüreğiniz var olsun.

Alparslan
18.10.2019 16:26:43
Gönlüne kalemine sağlık dostum....

Mustafa Aydın
21.10.2019 10:51:44
Bir hatıradan çok daha fazlası var yazınızda.Çocukluğuma götürdünüz beni,eminim okuyan herkes aynı düşüncededir.kaleminiz var olsun.

Nuray
25.10.2019 12:25:17
Üzerimde bir çocukluk anıları ve yoksunluklarıyla içimde bir çocukluk, güçsüzlüğü ve kabına sığmazlığıyla çocukluğuma gittim,sağolun

Atölye…

Abdurrahman Akın

18.10.2019 09:59:32

162