İş adamı Sıtkı Balcı'dan gençlere vasiyet gibi tavsiye:

İstanbul'da fırın işletmeciliği yapan Çayelili Hacı Sıtkı Balcı 25 Mart 2020 Çarşamba günü vefat etti. İstanbul'da vefat eden Sıtkı Balcı, vasiyeti üzerine doğduğu köy olan Çayeli Ormancık Köyüne getirildi ve orada kıl

YAŞAM 29.03.2020 14:29:33 115 0
İş adamı Sıtkı Balcı

Faruk ÇAKIR (Gazeteci-Yazar)

Aman okuyun, okuyun, okuyun...

İstanbul'da fırın işletmeciliği yapan Çayelili Hacı Sıtkı Balcı 25 Mart 2020 Çarşamba günü vefat etti. İstanbul'da vefat eden Sıtkı Balcı, vasiyeti üzerine doğduğu köy olan Çayeli Ormancık Köyüne getirildi ve orada kılınan namazdan sonra aile mezarlığına defnedildi.

Asıl mesleği marangozluk olan Sıtkı Balcı, yaklaşık 10 yıl Almanya'da çalışmış. Daha sonra Türkiye'ye kesin dönüş yapan Sıtkı Balcı'nın köyde hayır işleriyle tanındığı anlatılıyor. Hacı Sıtkı Balcı ile 2018'de yapılan bir röportaj, vefatı sonrasında yeniden paylaşıldı. Gazeteci Faruk Çakır'ın yaptığı ve önce '53 Rize' dergisinde yayınlanan röportajda Sıtkı Balcı gençlere vasiyet gibi tavsiyelerde bulunuyor. Çayelili hemşerimiz Hacı Sıtkı Balcı'yı rahmetle hatırlamaya vesile olması niyetiyle bu röportajı okuyucularımızla paylaşıyoruz. İşte 2018'de yapılan röportaj:

25 Mart 2020 günü ikindi vaktinde tedavi gördüğü hastanede vefat eden Hacı Sıtkı Balcı ile 2018 yılında bir sohbet yapmış ve bunu '53 Rize' dergisinde yayınlamıştık. Aynı sohbet ayrıca 20 Mayıs 2018 tarihinde 'senozderesi.com' internet adresinde de yayınlanmıştı.

Hacı Sıtkı Balcı eniştemizi rahmetle hatırlamaya vesile olması niyetiyle bu röportajı paylaşıyoruz.

İşte 2018'de yayınlanan sohbet:

Bir dönem Almanya’da işçi olarak çalışan, Sıtkı Balcı gençlere seslendi: “Vaktinizi iyi değerlendirin. İleriye bakanların hiç birinin ‘boş vakti’ olmamış. Bu zamanda bir gencin iki lisan bilmesi kesinlikle şart. Gençler bu ülkenin teminatıdır. Parayı kullanmak için de kültürlü olmak lazım.”

*Hacı Sıtkı Balcı’yı kısaca tanıyabilir miyiz?

Rize, Çayeli [Senoz Vadisi] Ormancık Köyünden (Mardal) Hamit Balcı’in oğluyum. 1941 doğumluyum.

*Çocukluğunuz nasıl geçti, okul öncesi ve sonrası olarak?

Köyümüzde bizim dönemimizde okul vardı. Fakirlik devriydi. Kendimizin yaptığı gonavez (ceket -kendirden yapılırdı) giyerdik. Okul çağına kadar öyle büyüdük. Çarık lükstü. Bir hatıramı anlatayım: Rahmetli babam beni Başköy’e bal almaya gönderdi. Biz de tamam dedik, ayağımda ‘odvenik vardı’ çarık biraz daha lüks. Odvenik buzağın bacağının derisinden yapılırdı. Odvenikle gitmeyeyim diye bulmenun (odanın) penceresinden gizlice içeri girdim ve oradaki bayramlık çarukleri aldım. Yola çıktım. Biraz gittikten sonra çarukleri giydim, ‘odvenik’leri orada bıraktım. Dönünce babam anladı tabi çarıkları alıp giydiğimi. ‘Yazık değil mi çarukleri giydin?’ diye kızdı. Mali durumumuzu anlayın artık. Yani çarık giymek bile neredeyse zengin işiydi. Kadınlar tarlalarda, çayırlarda yalınayak çalışırdı, ‘kahon’ yapardi.

Bir gün tanımadığımız görmediğimiz şekilde giyinmiş birisi evimize geldi. Bana dedi ki “Sayı saymayı biliyor musun?” Evet dedim ve saydım 1, 2, 3, 4…. “Başka kardeşin var mı?” dedi. Var dedim. Ben onunla konuşurken baba annem (biz ‘beykona’ derdik) ‘yok’ dedi. ‘Uşak bilmez’ dedi. Kardeş erkeğe ‘uşak’ derler bizde. Ben var derken ablamı kastediyorum. Ama meğer ablamı okula göndermek istemiyorlar onun için ‘yok’ diyorlar. Gelen ise Peraston’dan (Uzundere Köyü) Hüseyinahlardan Süleyman idi. Köyde öğretmendi. Parahol’da öğretmenlik yapıyordu. Ona görev vermişler demek ki, evdeki okuma çağındakileri okula yazdır diye. Köyde bizim öğretmenimiz Hecce ve Ahmet öğretmenler vardı. Hatice öğretmen de, Ahmet öğretmen de yine bizim köydendi.

*Okul dönemi nasıldı?

Çocukların hiç şehir hayatı olmadığı için, şimdiki şartlarla hiç alakası yoktu. 1-2-3 bir arada, 4-5.’inci sınıf bir aradaydı. Okulumuz iyiydi, öğretmenlerimiz de iyiydi. Okuldan çıkınca Mahmutoğlularıyla dalardık birbirine. Yol üstündeki köy camisinin yanına inince Başköylülerle dalardık birbirine. Çünkü orası yol ayrımıydı. Bizim mahalleye geçince bu defa Areknerlilerle dalardık birbirine. Keç oynarduk, sonra bir gün sonra sabahleyin hiç bir şey olmamış gibi arkadaşça okula giderdik. Çok fakirlik vardı, bir kalemi ikiye bölerdik öyle kullanırdık.

Bir hatıramı anlatayım: Öğretmenimiz ‘Yarın iyi şeylerinizi giyin, gezmeye götüreceğim sizi’ dedi. Ben de eve gidince evde bir şey yok, babamın sandığını açtım, içinde beyaz bir şey vardı, onu aldım. Çantama koydum, annemden habersiz. Sonra onu okula giderken yolda giydim ve okula gittim. Bana göre çok güzel, çok hoşuma gitmişti. Herkesten farklı giyinmiştim. Okula girerken öğretmen beni gördü ve yanına çağırdı. “Kim giydirdi sana bunu?” dedi. Ben de ‘annem’ dedim. ‘Çıkar bakayım onu’ dedi. Ben de 'beni kıskandı' diye düşündüm. Meğer giydiğim şey, atlet imiş. Atlet nedir bilmediğimiz için, güzel ve beyaz görüp onu giymişiz meğer…

Eskiden birbirine çok saygı vardı. Mesela yolda büyüklerimizi görünce hazırol vaziyetine geçer selam verirdik. Gençlikte yanlış olan taraflar da vardı. Sosyal hayatı olmayan bir çocukluk yaşadım. Cahillek vardi tabii ki. Bizi köyden köye gönderirlerdi: “Al şunu şu köydeki filanca kişiye götür.” Büyüklerimiz böyle bir iş verdiği zaman “yapmam” demeyi bilmezdik, işin doğrusu korkardık. Ailemiz de bunu normal karşılardı. Yani büyük birisi iş yaptırdığında itiraz etmeye hakkın yok. Gidilecek, git. Öyle “Annemden izin alayım, babamdan izin alayım” öyle bir şey yok. Bu çocuk korkar mı korkmaz mı öyle bir şey yok. O tarafları kötüydü.

*Çarıktan sonra ‘kara lastik’ dönemine ne zaman geçildi?

Rahmetli Hüseyin Çakır emice İstanbul’dan köye gelmişti. Babam gri renkte bir kumaş almış, bana göndermiş. Babik’te (Çukurluhoca Köyü) terzi Arif dayı vardı. Dedemle birlikte oraya gittik, ölçüyü aldı. ‘Dubet’ (gömlek-ceket ortası bir şey) yaptıracaktık. Ölçüyü verdik çıktık. Ben tekrar döndüm terziye. Arif emice benumkini ‘sertuk’ (ceket) yap, kolun üstüne de pamuk koy’ dedim. Yani omuzlarda pamuk olsun istedim. O da pamuğu çok büyük yapmış. Mecburen aldık.

Babam o zaman İstanbul'dan bize bir de 5-6 tane de kase göndermişti. Çay içmek için. Çay içmek için bardak bile yoktu. İşte o zaman bir de kara lastik göndermişti giymek için. İlk o zaman giymiştik kara lastiği. Bayramlıktı yani.

Büyükannem baba evi olan “Arsevos”a (Çayeli’nin bir köyü) gidiyordu. Beni de yanına almıştı. Çayeli’ne giderken Ziya dayının hanı vardı. Ben daha oraları bilmiyorum, Çayeli’ne hiç inmemişim, gitmemişim. Girdik Ziya dayının hanından içeri. Buğday ekmeği ve helva azeğumuz vardi. Ziya dayı da çay geturdi. Orada otururken bir ses duydum. Dedim anne bu nedir? 'Motor' diye cevap verdi. Motor görmemişim, motor nedir bilmeyiz. Beyukonoma ‘Deniz nerededur’ dedim. Deniz arka taraftadur dedi. Ne kadar beyüktür, “İşte beyuktur” dedi. Bizim ev kadar var mi dedim, var dedi. Başköy’e kadar var mı diye sordum, var dedi. Babiğe kadar var mı, var dedi. Denizin ne olduğunu dahi bilmiyoruz, kavrayamıyoruz tabii. Neyse gittik Arsevos’a. Ertesi gün gelirken Çayeli’ne uğradık, orada bir ayakkabı boyacısı gördüm. Ayakkabı boyuyordu. Ben de ayakkabılarımı boyatayım dedim. Görmemişiz tabi. Neticede kara lastiklerimi boyacıya boyatım!

*Okula giderken camiye de gidebildiniz mi?

Ben okuldan sonra gittim camiye. 5. Sınıf bitti o zaman gittim. İstanbul’a gelecektim, okul kayıtlarına geç kaldım. İstanbul’a gelemediğim için tekrar okula gittim. Diplomayı almışım. Unutmayayım diye tekrar okula gidiyorum demek ki. Çınar Celal geldi camiye hoca olarak. Arkadaşlarım camiye gitti. Ben de camiye gitmek istiyorum. Ahmet hoca beni okula çağırıyordu. Tabii arkadaşları bırakamadım ve tekrar camiye gittim. Ama zaten ilkokulu bitirmiş, diplomamı almıştım. Güya okuma yazmayı unutmasın diye beni tekrar okula göndermek istiyorlardı.

*Köyden biraz bahsedelim. O dönemde köyün ileri gelenleri kimlerdi?

Naci (Bilgin) Bey sadece köyde değil, Rize Vilayetinde tanınır ve bilinirdi. Herkes sever sayardı Naci beyi. Rize’nin valisi sayılırdı. Naci bey Çayeli’nden köye gelirken, köyden Babik’e kadar gidip orada karşılanır, oradan alınırdı. Köyde kapılar temizlenirdi. Naci bey’i beklenirdi. Bayram sabahları gelirdi camiye. Alt katta otururdu. Çok güzel sohbet ederdi. Hatta bir defasında bir ayet okudu. Kemal’ın hafız orada, Hasanoğlu hafız orada. Naci bey onlara, “Siz okuduğum yerden devam edin” dedi. İki hafız da devam edemedi. Aynı şeyi (Mardal) Nuri Dedeme söyledi. Dedem o ayetin devamını okudu. Sonra Naci bey dedi ki, “Bu okudu ama aynı anda beni imtihan etti.” Meğer böyle zamanlarda bir evvelki ayetten başlamak gerekiyormuş. Köyde Cumalar kalabalık olurdu. Başköy’den de bizim camiye (Tarihi Ormancık Köyü Camisi) gelirlerdi.

Rahmetli deden Molla Nuri (Çakır) Efendi köydeki evin alt katında otururdu. Bir gün Ramazanda iftarı bekliyorlar. Ethem dayı (Azizoğlu) iftara yakın pencereden içeri bakınca “Ethem gel yemeği birlikte yiyelim” demiş. Rahmetli Ethem dayı, “İştahım yok” demiş. Tabii, Ramazan ayında iftar vakti iştah olmaz mı? Nüktedan insanlardı vesselam.

İmam dedemin (Mustafa Dilmen), Hafız dedemin (Nuri Balcı) ve dedenin (Molla Nuri Çakır) üç özelliği var. İmam dedem arkasına ağır yük alır, 200-300 kilo götürürmüş. Dedem, ev yapımında kullanılan büyük ağaçların virajlardan dönmesi için iyi omuz dayanırmış. Molla Nuri amcanın da en dikkat çeken özelliği güzel ezan ve Kur’an okumasıydı.

O zaman şartlar çok zordu. Kabak çekirdeklerini kurutup satacaktık ki para gelsin. 10-15 tane seğer bakardık yiyecek yağ olmazdı. Sabahleyin kalkıyorsun, Mardalun eğratluğu var. Hovandaş’ten (köye 3 saat mesafedeki arazi, otlak) çimen eğratluği var. Giderken ekmek, armut yiyerek gidiyorsun. Oradan yük getiriyorsun yemeği ondan sonra yiyorsun. Bilgisizlikten kaynaklanan işler de vardı. 15 tane seğer bakacağına 5 tane bak iyi bak. Katuk da alursen. Ama her akşam toplanırdık, der gülerduk. Şimdiki gibi parası olanla olmayan ayrılmazdı. Orada zenginlik para değildi, çünkü para yoktu. 1952 yılında ilk defa çay ektik. Çay ektiğimiz araziden 7 metre kereste çıktı. Oradan çıkan kalasları, ağaçları; omuzla, arkayla işçiler taşıdılar dereye atılacaktı. Yevmiye 1 lira idi. Ağaçlar derelere atılarak Çayeli’ne doğru taşınırdı.

*Yayla hayatından biraz bahseder misiniz?

Biz en çok Ediler Yaylamızı severduk. Her sene yeyleye giderdim. 4-5 sene çobanlık ettim. Ediler bir köyün yaylası olduğu için çok iyi tanıyorsun birbirini. Kimse senden çekinmiyor, sen de çekinmiyorsun. Rahat gidip gelebiliyorsun. Ne olursa olsun orada olan hiç dışarı taşmazdı. Mesela gündüz hep beraber çobanlık ederduk. Toplanma neresi, ‘Bayirun tumbi’ denen yer. Tabii Ediler’de sevdaluk da olurdi.

*O zamanki yaylacılar kimdi?

Başköylü kereginum, Koçken Asiye, çok zekiydi. Tok bir kadındı. Bir şeyini anlatayım. Bir gün rahmetli Salim’in (Bilgin) Oteli vardı. Oraya gitmiştim. Ben de o günlerde köye gidecektim. Ralmetli Salim’e dedim ki, “Koçken asiyenin yatağı yok, yatak yaptıracağım. Parasının yarısını sen, yarısını ben vereceğiz.” Dedi ki “Yaptır, parasının hepsini ben veririm.” Gittik köye, bir iki gün sonra helva yaptırmışım, annemle beraber indik Köçkenin evine. Oturduk başladık konuşmaya, cahillik işte. Dedim ki “Asiye hala gideceğim Mapavriye. Bir eksiğin var mı onu alalım.” O da “Bizde her şey var. Lazım değil” dedi. Bizim cahilliğimiz, o söze inandık ve hiçbir şey almadık. Asiye hala aynı zamanda büyük bir halk şaiiriydi, ‘atma türkü’ kurardı.

Koçken Hevva hala, erkek gibi kadındı. Çok cömertti. Hepsinin özelliği vardı. Hurem hala, kapıda ya Kur’an okurdu, ya mezraklı ilmihali okurdu. Beyukonon Refref, içluğun üzerine göğüslük bağlardı. Namaz kılarken çıkartırdı, sonra giyerdi. Çok hakları var bizde. Bir tane Türkçe yazılmış mevlüd kitabı vardı. Onu okuyorduk türkü gibi, o da mevlid okuyoruz diye beğenirdi. Ediler Yaylası (Pelat’a yakın yayla) soğuk bir yerdi. Akşamları otururduk, geç vakit kalkarken rahmetli namaz kılmayanları hicvetmek için derdi ki, “Ne mutlu namaz kılmayanlara.” Annemi tanıyorsunuz Nesime. Annemin adı Nesime’ydi ama herkes, ‘Nesime ona(anne)’ derdi. Şevki’nin Hevva. Akşam gelirdi bize, annem de namaz kılar, erkenden uyumaya başlardı. Hevva hala konuşur konuşur, annem uyur bu arada. Sonra “Ben kalkeyim bare” derdi. Annemi dürterdim, o da yarı uyanık halde, “Hevvayum haydi gideyimisen” derdi. Rahmetli Cermoğuli Gülsüm vardı. Bir gün yeni gelmişim yeyleye. Ben de gittim çoban, gülsüm ona 'Sen eve git, ben sizun seğerleri kollarom' dedi.

*İstanbul’a ne zaman ve nasıl geldiniz?

Süleyman (Dilmen) dayımla geldim İstanbul’a. Babam çağırmıştı geldim. Önce Rize’ye geldik, bineceğiz vapura, bir akşam kaldık Rize’de. Sabah bindik vapura 5 güne geldik İstanbul’a. Babam bizi aldı Tophane’den. Eminönü o zaman yine biraz kalabalıktı. Başka bir cadde yok, sadece o cadde vardı. Babamın çalıştığı otele geldik. 2. katta Aloman Emice (Ahmet Erdem) çalışırdı. Özipek Palas Oteli. İçeri girerken ben arkadan girdim, içeri girince elektrik lambası yandı. Ben de lambayı kapatmaya çalışıyorum, lambayı çeviriyorum. Aloman Emice geldi, “Olo neydeyisen?” dedi. Ben de ‘lambayı kapatıyorum’ dedim. Tabi kapatamıyoruz, kapatmayı bilmiyorum. Meğer lambanın düğmesi var oradan kapanıyor, düşünün artık, köyde hiç bir şey görmemişiz.

Babam her gün bana 150 kuruş veriyor, yemek ve yol parası. Bir gün oteldeki odadan indim aşağıya. Babam birisiyle konuşuyor. Bana “Gidiyor musun?” dedi. Ben de gidiyorum dedim. Babamın yayındaki adam “Kimdir bu” diye sordu. Babam da “Benim oğlum” dedi. Nerede çalışıyorsun dedi, anlattı babam. Beni aldı, beraber arabasının yanına gittik. Bindik arabaya beni yolunun üstünde olan çalıştığım yere götürdü. Sene 1953. Sonra öğreniyorum ki o zamanki Turizm Bakanı Nurettin Arıcıoğlu imiş. Bana 'Seni işe götüren ‘bakan'dır” dediler. Ben ‘bakan’ ne demektir bilmiyorum ki! Ben arabaya hayran kalmıştım.

Köyde o zaman iyi tarafları çoktu ama millet önünde örnek zengin olmadığı için, bilmediği hayatı arzulamazsın. Belki o bakımdan rahattık. Büyüklerimiz de pek bilmiyordu. O zamanki amaç neydi, İstanbul’a gelecek güzin/kışın çalışacak, yazın kira parasını, bir de yalıcılık parasını, bir de üzerine bir elbise yaptı mı en zengin sensin. Gaye o idi. İşe güce, teşvik eden de yoktu, bilen de yoktu. Amma bir şeyi sonradan düşündüm, köyde dikkat edin, eskiden arazileri olmayanlar mecburi geldi İstanbul’a onlar zengin oldu, maddi olarak kazandı.

Mesela seğer/inek vergisi vardı. Çalkatura derlerdi. Bir gün kocakari Haçipostan yukarı gidiyor. Çalkatura/vergi memuru yukardan geliyor. Soruyor ‘Hala nereye gidiyorsun?’ Kocakari da “Ah uşağum sorma Çalkatura mi nedur gelmiş, seğerleri ondan kaçureyom” demiş. Ben şahsen görmedim ama böyle şeyler oluyormuş.

*Bir müddet Almanya’da da işçi olarak çalıştınız. Biraz da Almanya’tan bahsetseniz?

1973 yılında gittim Almanya’ya. Bir-birbuçuk ay boşta kaldım. Akşam bir arkadaş geldi, sabah iş var gidermisin dedi. Ben de öylece başladım işe. Sokaklarda su borusu döşüyoruz. Orada iyi çalıştık, işi kaptım. İş bittikten sonra bir Alman geldi, bizi kepçeyle götürüyor, hepimiz kaçak işçiyiz o zaman. Bizi kaldırıyor, indiriyor bizimle dalga geçiyor. Biz ses çıkaramıyoruz. Neyse gittik barakaya, yemeğimizi yedik. 4-5 gün çalıştık, o iş bitti. Sonra başka işe girdik. Kaldırım taşları yapıyoruz. Ben el arabasıyla taş taşıyorum. Orada kendimi sevdirdim, orada taş ustası üç yıl okuyor. 15 dakika kahvaltı, yarım saat öğle yemeği şeklinde çalışıyoruz. Doğru çalıştık, patronumuz memnun kaldı. Sonra Türkiye’ye kesin dönüş yaptım ve İstanbul’da fırın açtık. Cerrahpaşa Ekmek Fırınını işletiyoruz. Yaz aylarında köye giderim, kışın İstanbul’dayız. Köyü ve yaylaları unutamam, her zaman oralarda olmak isterim.

*Gençlere tavsiyeleriniz nelerdir?

Vaktinizi iyi değerlendirin. Bir insanın boş vakti olamaz. Adama soruyorsun, hobi mobi… İleriye bakanların hiç birinin ‘boş vakti’ olmamış. Bu zamanda bir gencin iki lisan bilmesi kesinlikle şart. Biri İngilizce, biri Arapça. İnsan ve genç çalışacak, çalışacak, amma dünyayı sevmeyecek, çevresi için. Aman aman diyorum, iyi çalışın, sizden sonra gelen gençlere sahip çıkın, burs verin, bir şeyler yapın. Gençleri unutmayın, yaşlıların ihtiyacını görün yeter. Gençler bu ülkenin teminatıdır. Bizim köyde okul vardı, değirmen vardı, iyi kötü yol vardı. Çevrenle köyünle gencinle ilgileneceksin. Aman okuyun, okuyun, okuyun. Ekmek parası için değil. Okumanın birinci gayesi kültürlü olmak için olmalı. Yoksa ekmek parası kazanmak için değil. Kültür olmadıktan sonra paranın değeri yok. Parayı kullanmak için de kültürlü olmak lazım. 


Anahtar Kelimeler:
1

ÇAYMER sezonu açtı, kendi yaş çay fiyatını açıkladı

2

Macaristan’dan getirdiler, Rize’de denenmeye başlandı

3

Projenin ilk ayağı Rize Pazar’da başladı.

4

İSTANBUL’DA DÜZENLENEN YÖRESEL ÜRÜNLER FUARI SONA ERDİ.

5

BATUM’DA SINIR TEMSİLCİLERİ TOPLANTISI YAPILDI