“Andolsun ki Allah, içlerinden, kendilerine Allah’ın ayetlerini okuyan, onları her türlü kötülüklerden arındıran, onlara kitap ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle müminlere büyük bir lütufta bulunmuştur. Hâlbuki daha önce apaçık bir sapıklık içinde idiler.”(Ali İmran: 3/164)

İman edenler için büyük bir lütuf olan peygamberlerin gönderilmesi, iman etmeyenler için elbette açık bir tehlikeydi. Çünkü hayatlarını üzerine bina ettikleri “zulüm” düzeni bozulacaktı.

Mekke müşriklerinin “Biz sana yalancı demiyoruz ancak senin getirdiğin şeyi kabul etmiyoruz.” itirafı bu gerçeği açıkça ortaya koymaktadır. Kur’an-ı Kerim de onların bu sözünü doğrulamaktadır.

“Ey Muhammed! Onların söylediklerinin seni üzeceğini elbette biliyoruz. Doğrusu onlar seni yalanlamıyorlar, fakat zalimler Allah’ın ayetlerini bile bile inkâr ediyorlar.” (En’am: 6/33)

İslâm düşmanlarının yalanladıkları vahiy neyi getiriyordu? Neden vahye hışımla saldırma ihtiyacı duydular? Vahyin onlara kaybettireceği şey neydi?

Vahiy Allah’tan insanlığa gönderilen “hakikatin apaçık belgeleriydi.”(1) Bu hakikat mesajı tüm insanlığı “Küfrün karanlıklarından iman aydınlığına”(2) çıkaracak bir özellik taşıyordu. Yani, hiçlik içinde kaybolan insanlığın elinden tutacak ve yeniden onlara “ruh ve nur”(3) yükleyecekti.

İlahi vahiy insanı yeniden inşa edecek ve küfrün karşısında kıyama kaldıracaktı. Öyle de oldu. Köleler, kız çocukları, kadınlar, ezilen ve horlanan insanlar bu vahiyle dirildiler ve “Asrı Saadet”in temel taşları oldular.

Zalim müşriklerin üzerinde oturdukları zulüm zemini altlarından kaymaya başlayınca kıyametlerinin kopmak üzere olduğunu anladılar. Tüm varlıklarını ortaya koyarak “Allah’ın nurunu söndürmek”(4) üzere seferber ettiler. “İnkâr edenler hakkı batılla ortadan kaldırmak için mücadele ediyorlar.”(5)

Bu gün Ebu Cehillerin torunları aynı endişelerle İslâm’a, Peygamber (sav)’e, Kur’an’a ve Müslümanlara aynı savaşı başlatmış görünmektedir. Aslında hak-batıl mücadelesi hiç ara vermeden devam eden bir mücadeledir. Bunun son bulması tek bir şarta bağlıdır.

“Müslümanlar kendi dinlerinden, davalarından tamamen vazgeçip onlardan olduklarında”(6) bu mücadele sona erer. Müslüman toplum için bunun imkânı var mı?

O halde ne yapmalı? Nasıl düşünmeli, nasıl hareket edilmelidir? Oturup “İslâm değerlerine” hakaret edenlere lânet okumak yeterli midir?

Aynı hakaretleri yapmak, yakıp yıkmak ve hatta can ve mallarına yönelik saldırılar gerçekleştirmek “Muhammedi bir yol mudur?”

Hele ki, Müslüman toplumu olarak bu gün “İslâm değerlerine” asla uymayan böylesi bir hayat yaşıyorken. İlahi vahyi raflara, peygamber sünnetini laflara, ahlâki davranışları sadece mabetlere  hapsetmişken.

Müslüman toplumu olarak “Ebu Cehilce” bir hayatı yaşamakla, İslâm değerlerine en büyük yanlışı bizim yaptığımızı görmenin zamanı gelmedi mi?

Hakkı ayakta tutması gerekenlerin hakkı ayaklarının altına alıp yükselme yolunda çaba sarf etmenin hezeyanını görme zamanı gelmedi mi?

İmanda tevhide, ibadette tehlis’e (ihlâs ve samimiyet), ahlâkta te’dibe (edep ve hayâ) yeniden kavuşma zamanı gelmedi mi?

Müslüman toplumu olarak Ebu Cehil torunlarının manevi değerlerimize saldırılarına böylesine öfkelenirken, kendi ruh dünyamızda beslediğimiz “cehalet ahlâkına” ne zaman son vereceğiz?

İslâm, ikiyüzlü insanlara “münafık” damgasını vurup, “en ağır azabı”(7) lâyık görürken, bu gün Müslümanlar olarak onlarca yüzle dolaştığımızı görmeyecek miyiz?

“İman edenlerin, Allah’ı hatırlama ve O’ndan inen Kur’an sebebiyle kalplerinde ürperti duyma vakti hâlâ gelmedi mi? Onlar daha önce kendilerine kitap verilip te, üzerinden uzun zaman geçtiği için kalpleri katılaşan kimseler gibi olmasınlar…” (Hadid: 57/16)

Biz gerçek manada “Muhammedi bir iman, Muhammedi bir ihlâs ve Muhammedi bir ahlâka” ulaşmadan işlerimiz yoluna girmeyecektir. Sürünmekten kurtulamayacağız.

Bu gün Müslüman toplumu olarak “İslâm davasına” yapacağımız en büyük katkı, kendimizi “İslâmi bir hayat” çizgisine çekmek olacaktır. Yoksa bu dava biz olmadan da sonsuza dek hep ayakta kalacaktır.

“Allah şu gerçeği yazmıştır: Ben ve peygamberlerim elbette galip geleceğiz. Muhakkak ki Allah, güçlüdür, mağlubu olmayan tek galiptir.”(Mücadele: 58/21)

Bizim için esas mesele, bu zaferde hak davanın bir neferi mi olacağız yoksa sessiz bir seyircisi mi meselesidir.

“O, müşrikler hoşlanmasa da, dinini (İslâm) bütün dinlerden üstün kılmak için peygamberini hidayet ve hak din ile gönderen Allah’tır.”(Tevbe: 9/33)

O halde Müslümanlar olarak kendimizi -Kur’an bize bu gün gönderilmiş gibi- vahyin diriltici ruhuna teslim etmeliyiz.

Peygamber sünnetini kendimize rehber edinip, Onun ahlâkıyla ahlaklanmalı, Muhammedi muhabbet kapılarını çoğaltmalıyız.
Kur’an ve sünnete uymayan bir hayatın açık bir dalalet, kaybediş ve sapma olduğunu aklımızda tutmalıyız.

İslâm nurunu söndürmek isteyenlere inat bu nuru daha da aydınlık kalması için var gücümüzle çalışıp çabalamalıyız. Bunu da sadece ve ancak “Muhammedi bir metotla” yapmalıyız.

Ve bu “büyük Cihada” kendi nefsimizden, evet kendimizden başlamadığımız müddetçe “İslâm’a hizmet etmediğimizi” asla unutmamalıyız.

Herkes kendi bilgi ve birikimine göre değer üretir. Bizim taraftan bakınca böyle görünüyor. Eksikler bizim, hakikat eşsiz kudret sahibinindir.

Allah’a emanet olun…
-----------------------------------------
1-Ali İmran: 3/105; Nisa: 4/170,
2-Talak: 65/11,
3-Şura: 42/52,
4-Tevbe: 9/32,
5-Kehf: 18/56,
6-Bakara: 2/120,
7-Nisa: 4/145, 

AHMET,MARDİN
27.01.2015 12:31:41
si̇zi̇ taki̇p edi̇yorum.si̇teyi̇de.hi̇çbi̇ri̇ni̇zi̇ tanimam.ama güzel konulara yer veri̇yorsunuz.farklisiniz.tebri̇kler.hocam

MAHMUT
27.01.2015 12:32:24
çok deneyyi̇mli̇ olduğunuz belli̇.her yazinizda farkli konulari akici yaziyorsunuz.

m.kazdal
27.01.2015 15:19:17
Hocam kalemine yüreğine saglik...

MASKELER KALKMALI!

Yusuf KAMBUR

27.01.2015 12:11:46

8