Uzun zamandır arayıp soruyordu Adnan ağabey, ne zaman geleceksin diye.

Bazen Ceğalver’in tepesine ne zaman çıkacağız diye sitem ederdi, bazen de Arı Padişahı diye bilinen gizemli kayalıklara yapmayı planladığımız yolculuğun akıbetini sorardı.

Şimdilik her iki hedefimizi de yapmış değiliz ancak geçen hafta Adnan Demirci’yi ziyaret etme fırsatını buldum. Normalde köyümüzün hemen arkasına kalan Demirciler Mahallesine yaya olarak eski dağ yollarından gitmeyi planlamıştım, ancak teyzemin de orada bulunmasından ötürü ailemi de yanımda götürmem gerekti ve mecburen Çayeli’nin Asrifos vadisinden Venekdere’ye ulaştık.

Sevgili Nazmi Demirci ağabeyim belki yine kızacak, Demirciler mevkiine niye Venekdere diyorsun diye amma ve lâkin bizim Başköy’de Melyat deresinin üst kısımlarına komple Venekdere deniyor, biz de öyle alışmışız vesselam…

Demirciler mevkii Venekdere vadisinin en üst mahallesi ama aşağı köylerin aksine Çayeli sınırlarına dahil değil, Hemşin sınırlarına kalıyor, hatta Çoço (Levent) köyü muhtarlığına bağlılar.

Demirciler mahallesinde yaşayan köylülerin kökenleri ise genellikle Hemşin’e bağlı Bodollu (Mutlu) mahallesinin Parmaksız nam mevkiinde yerleşik olan kadim ailelere dayanıyor.

Venekdere vadisi boyunca yukarı doğru ilerlerken Demirciler mevkiine geldiğimi her defasında tek başına bir öksüz gibi duran kemer köprüyü görünce fark ederim.

Burası çocukluğumdan beri aşinası olduğum; teknolojiden, bilimden ve sair gelişmelerden pek az etkilenmiş, kendine münhasır bir dokusu olan özel bir mahalledir. Şimdilerde tam da kemer köprünün karşısında bir şantiye kurulu ve buradan başlatılan genişçe asfalt yol, bizim köyün dağlarını da aşıp Hemşin’in Hacıbalta mevkiinde Pazar-Hemşin karayolu ile buluşuyor.

Yolun güvenliği için gerekli yerlerde yolun üstüne veya altına büyükçe duvarlar örülmüş, haliyle yolun bu derece kapsamlı şekilde yapılması bir takım çevresel eleştirilerin doğmasına sebep oluyor. Neyse ki bir önceki ziyaretime göre doğa kendini ciddi oranda toparlamış görünüyor, bu açıdan çok şanslı bir memlekette yaşadığımız aşikâr.

Demirciler mahallesinin girişindeki birkaç çelimsiz betonarme ev ile memleketin her yerinde sırıtan çay alım yerinin bozduğu görsel huzuru, hemen sağ yamaçta kalan birkaç eski kara tahta ev anında telafi ediyordu.

Ailemi teyzemin evinde indirdikten sonra, az bir mesafe daha devam edip Adnan ağabeyin evine doğru devam ettim. Adnan ağabeyin evi,  kısa bir yolculuktan sonra Venekdere’ye ulaşan küçük bir ırmağın yanı başında kurulmuştu, engebeli bir arazide kurulu olan evin yeterli bir avlusu yoktu, bu durumda evin hemen arkasından geçen toprak araba yolu avlu niyetine tasarruf edilmişti.

Aracımı uygun bir yere park edip evin hemen yanındaki küçük kamelyaya geçtim ama Adnan ağabey ortalıkta görünmüyordu.

Buraya gelen herkes evin ve kamelyanın etrafını dikkatli gözlerle incelerse, artık hayatımızdan çekilmiş ve belki de yeni nesillerin hiç bilmediği onlarca alet edevatın belli belirsiz bir düzende sergilendiğini fark edebilir. Evet, Adnan ağabeyi nazarımda özel kılan da onun geçmişe ve geçmiş yaşantıdan günümüze miras kalan eşyalara duyduğu olağanüstü alakasıydı. Bu açıdan yörede tanıma fırsatı bulduğum nadir eski eşya koleksiyonerlerden birisiydi.

Hava oldukça sıcak olduğu için gayet serin olan kamelyada oturup Adnan ağabeyi beklemeyi yeğledim ama iki ördekten erkek olanı bu durumdan oldukça rahatsızdı.

Arkalarına iki horoz ve ona yakın tavuğu da alıp bana karşı taarruza geçtiklerinde rahatım büsbütün kaçtı ve kamelyadan uzaklaşmak zorunda kaldım. Yine de kümes hayvanlarını yakından izlemeyi ve hareketlerini takip etmeyi çok özlemiştim. Tavukların ayakları ile toprağı eşelemeleri, sonra da bir adım geri gidip eşeledikleri yerde ortaya çıkan besinleri toplamaları bir an için dalıp ta çocukluğuma gitmeme vesile oldu. İzlediğim sahne; çalışma ofislerine, trafiğe ve apartman dairelerine sıkışan teknoloji harmanlı hayatımız içerisinde, böyle bir sahneyi dahi ne kadar çok özlediğimizi bir kez daha hatırlattı bana.

Irmağa doğru ilerleyerek Adnan ağabeyin yaptığı minyatür su değirmenini bir kez daha incelemek istedim ama orada yeni bir şey daha  inşa etmişti Adnan ağabey. İçinde bir sürü alabalık olan kocaman bir su havuzuydu bu.

Dedim ya, ilginç bir insandı Adnan ağabey, burada kısıtlı arazi şartlarına rağmen doğal yaşamı bütün argümanları ile sürdürmeye çabalıyordu. Nihayet Adnan ağabey gelince, ilk olarak yapay görünen betonarme havuzun dışını ağaç kabukları ile kaplayabileceğini ve otantik bir görünüm elde edebileceğini tavsiye ettim. Sonra da birlikte tekrar kamelyaya geçtik.


     Adnan ağabey, iyi bir koleksiyoner olmanın dışında çocukluğunda bir dönem çobanlık yapmanın verdiği avantajdan ötürü doğal hayatı çok iyi bilen, araziyi ve bitkileri tüm özellikleri ile tanıyan, velhasıl kitaplar okuyarak elde edilemeyecek birçok bilgiye sahip bir insandı.

Onunla her buluşmamızda; okuduğum kitaplarda ya da arşiv belgelerinde bulamayacağım ilginç bilgiler öğrenirdim.

Bu sefer de zulası boş değildi, Ceğalver tepesinde kilise sanılan yerin Trabzon Rum İmparatorluğu’nun paralarının basıldığı darphane yeri olduğunu söyledi.

Para olarak basılan madenin kaynağı ise Çamlıhemşin’in Yolkıyı (Küşiva) köyünün Koboş mahallesindeymiş.

Böyle ilginç bilgileri her an paylaşabilen sürprizlerle dolu bir insandı. Anlattıkları bitince koleksiyonuna kattığı yeni bir parçayı göstermek için büyükçe bir brandayı güç bela kaldırdı. Mavi brandanın altından özenle saklanmış taş bir dibek çıktı.

Dibeğin tek başına bir anlam ifade etmeyeceğini düşünmüş olmalı ki, ahşap aparatlarını da sonradan yaptırmış ve dibeğe monte etmiş. Dibeğin fotoğrafını çekerken bir taraftan da bu kadar çok antik malzemeyi ne yapacağını sordum. Cevabı hazırdı, çünkü kafasında her şeyi planlamıştı. Aşağıda yani dere üzerindeki tarif ettiğim kemer köprünün daha aşağısında bulunan düzlük bir arazide yapacağı kültür projesinde sergileyeceğini söyledi.

Böyle bir projeden daha önce hiç bahsetmemişti, demek ki kafasında yeni planlar oluşturmuş ve şekillendirmişti. Yol kenarındaki düzlüğe bir tür yaşam müzesi kuracak, bütün antik malzemelerini usulüne uygun şekilde sergileyecek, böylece ziyaretçilerini ağırlayacak, bir taraftan da organik çay ve isteyene muhlama gibi yöresel birkaç yemeği sunarak bir tür ticaret de yapmış olacak. Ne diyelim proje gayet güzel ve bence gerekli de…

Adnan ağabey ile uzun uzun sohbet ettikten sonra vedalaşıp kalktım ve meşhur demirci ustası Salim Usta’yı da ziyaret etmek için yola koyuldum. Az bir mesafe daha araç yolundan devam ettikten sonra nihayet eski evlerin altından ilerleyen mahalle patikasına ulaştım.

Bu tür gezilerimde ne zaman araç yolundan ilerlesem gezinin konusuna odaklanmakta güçlük çekerim. Patika yolda ilerlerken tam aksine motivasyonum artar, gitmek istediğim yerin hep daha uzakta olmasını dilerim.

Çünkü bu tür eski patikalar geçmişte buradan yürümüş yüzlerce insanla sanki bağ kurmamı sağlar. Bu sefer oldukça kısa bir mesafe ilerleyerek Salim Usta’nın demirci dükkânına ulaştım.

Salim Usta, geçmişten beri demircilik mesleği ile haşır neşir olmuş, hatta sırf bu yüzden Demirci soy ismini almış bir ailenin son demirci ustası. Aynı zamanda Adnan ağabeyin de büyük ağabeyi. Salim ustanın dükkânında demir işlenmeye devam ediliyor gibi bir atmosfer vardı, sanki ocak az önce sönmüş, demir döven çekiç yeni dinlenmeye çekilmiş ve yerdeki kumlar demin dökülmüş gibiydi…

Ama aslında gerçek öyle değildi, sanırım ben öyle görmek istediğim için bana dükkân aktifmiş gibi gelmişti. Salim Usta oldukça yaşlandı ve artık üretemiyordu. Kulağının ağır işitmesi bir şey değildi de, gözlerinde çıkan problemler artık bu mesleği istemeye istemeye bırakmasına sebep olmuştu. Gurur dolu bir öykünün son sayfasını okur gibi dükkânı tekrar tekrar seyredip oradan ayrıldım ve merdivenleri çıkarak Salim Usta’nın yanına gittim.

Salim Usta, kanadı kırık bir kuş gibi aşık olduğu mesleğini artık icra edememenin verdiği hüzünle içini döktü. İlerleyen yaşına rağmen en azından bir orak yapabilecek fiziki gücü kendinde hissediyordu ama yıllarca kızgın demirden ayırmadığı o gözler yok mu? İşte orada yapabileceği bir şeyi kalmamış, çaresiz bir şekilde hayatın acımasız tarafını kabullenmişti.

Salim Usta, mimikleriyle, olaylara ve söylemlere karşı verdiği tepkilerle bizim döneme ait olmayan, geçmişten gelmiş davetsiz bir misafir gibiydi. Öyle ya, devasa demir çelik fabrikalarının olduğu bir dönemde evinin altındaki küçücük dükkânda akşama kadar bir başına kum kaynağı ile balta yapan bir insan, bu dönemin adamı olabilir miydi? Ömrü boyunca kim bilir ne kadar çok balta, kazma, kopri, orak, nal ve menteşe imal etmişti.

Yaptığı ürünlerin ne derece sağlam olduğunu, 40 yıl önce balta yaptırıp halen daha kullanan köylülere sorabilirsiniz.

Salim Usta’yı ziyaret etmişken oğlu sevgili ağabeyim Nazmi Demirci’yi de aramayı ihmal etmedim ve ondan ansızın bir müjde aldım.
Şöyle ki emekli olunca köye döneceğini, babasının dükkânını yeniden şenlendireceğini ve babasından öğrendiği mesleği devam ettireceğini söyledi. Bundan daha güzel ne olabilir, zaten Salim Usta da aynı şeyi yapmamış mıydı, dedesinden öğrendiği demircilik mesleğini bu yaşına kadar icra etmemiş miydi? Bu güzel haberle boş duran dükkânda Nazmi Usta’yı hayal ederek oradan uzaklaştım. Ben de kendi kendime söz verdim, eğer Nazmi ağabey bu hayalini gerçekleştirirse ilk müşterisi ben olacaktım...

Dönüşte Adnan ağabey ile biraz daha sohbet ettik, yaylalardan, yaylacılıktan, çobanlıkta bahsettik..

Ne bende soru bitiyordu, ne Adnan ağabey de cevap…

Arı Padişahı’na gitmemiz lazım diyor, başka bir şey demiyordu. Çünkü bazı ekipler bu bölgeye gelmiş, “Mahmut’un Kaya” denilen kayalık yeri Arı Padişahı sanmışlar, bu yanlış devam ederse gerçek Arı Padişahı toptan unutulacak diye endişe ediyordu.

Arı Padişahı denilen yer, Venekdere vadisinin üst bölgelerinde oldukça akabe ve ulaşılması zor bir mevkide dik kayalıkların oyukları arasında yerleşmiş yüzlerce arı kolonisinin yuva yaptığı özel bir alandı.

Şimdilerde yine arı var mı bilinmiyor ama vakti zamanında burada o kadar çok arı ve bal varmış ki, buraya “Arıların Padişahı” anlamında Arı Padişahı denmişti. Bir keresinde köylüler toplanıp tüfeklerle buraya ateş açmış ve arı kolonileri karışmış, gökyüzüne inanılmaz bir vızıltı yayılmış. 

Kopan bal kütleleri Venekdere’nin saatlerce bal akmasına sebep olmuş. Adnan ağabey, o kaya oyuklarına ulaşabilsek halen daha o günlerden kalma bozulmamış balın olacağını iddia ediyordu. Velhasıl konu konuyu açıyordu, epey bir süre daha sohbet ettik kamelyada. Adnan ağabey bir derya, sanırım yine gelmem gerekecek, o şekilde vedalaştık…
 

PAZARLI
31.08.2015 07:53:27
si̇zi̇ tebri̇k ederi̇m.yi̇ne güzel bi̇r emek meydana geti̇rdi̇ni̇z

Servet Güzey
31.08.2015 09:49:05
Murat kardesim kalemine sağlık.Daha nice yaşanmış hayatlar vardır kimbilir? Bu yazılarınin devamı dilegiyle..

Nazmi demirci
31.08.2015 14:43:09
Sevgili murat kardeşim bende çok isterim babamın mesleğini devam ettirmeyi ors sesinin susmamasını fakat hayat beni istanbula sürdü , burda iki iş yerim var onlarla uğraşıyorum ama anamın babamın sağlığında benim sicak demircilik mesleğini devam ettirmem babamıda çok mutlu eder, babam kadar olmasada yine ustalığım var nasip olursa inşallah diyelim.sevgilerimle sana çok teşekkür ederim

Şakir Aksu
1.09.2015 12:46:03
arı padişahı ile ilgili ciddi bir yazıyı abd'nin resmi internet sitesi cia.org'da okumuştum. "batum'daki büyük arı kolonisi göç ediyor" başlıklı bu yazıyı bir daha bulamadım. derler ki hemşin'deki arı padişahı denilen yerdeki arılar senede 250 civarında yavru bırakırmış. literatürde hemşin arısı olarak bilinen bu arılardan bölgede hiç kalmadı. batum'da bu koloniyi bulup vatanlarına gene getirmek gerek...

M.Ü.Hiçyılmaz
1.09.2015 14:33:48
arı padişahı mevzusu gerçekten çok enteresan bir hal aldı, yerinde inceleme yapmak farz oldu.

tuzsuz derelı
1.09.2015 17:26:20
dedem anlatırdı arı padişahını kayadan bal akarmiş her sene gıdermiş bır çugal bal doldurur getırırmiş.eşkıya orayı basmiş yuvayı dağıtmişlar padişah aramişlar oğul almişlar .arı o yatağını terk etmiş.dedem gıttığınde boş donmuş.uzun..

Naci Bayraktar
14.09.2015 13:21:54
hedef ve düşünceleri iyi ama bunları gerçekleştirmek için ekip gerekir. karadenizin hastalığı ise birlik ve beraber olmamak ve ekip olamamaktan geçiyor.hemşin ve çevresine organık tarım ile şans güldü ama icraat yok.bir dernek, bir şirketle tüm coğrafyanın tarihi değişir ama birlik yok.tarım, hayvancılık,turızm geleceğimizdir ama herkes sadece konuşur, kahvede zaman geçirir.oysa 2009 yılında değişen dernekler yasası ticari faaliyete izin verdiği halde derneklemiz sadece eğlence amacı ile iştigal görmekte ve geleceğimizi köreltmektedir. birlik yoksa herşey hayal vede söz!

Veiçor
26.07.2020 22:21:53
Güzel bir yazı demircilere veiçora ceğalvere selam olsun

“Adnan Demirci ile Venekdere Sohbetleri”

Murat Ümit HİÇYILMAZ

Tarih: 31.08.2015 07:09 9